BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEKLE” ÖZDEŞTİR (5. BÖLÜM)

0

BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEKLE ÖZDEŞTİR” (5. BÖLÜM)

Boğaziçi Medeniyeti’nin gelişimine sahne olan kadîm semtlerin, özellikle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki, örneğin 1930’lardaki sosyoekonomik durumunu incelemeye çalışırken karşıma çok özel,  ancak çok az bilinen bir kadın yazar-gazeteci çıktı: Suat Derviş…

Çıktığım yolda bana rehberlik eden; Boğaziçi’ni inceleyen bir yazar ve gazeteci oldu Suat Derviş. Onun 1936 yılında, 28 Nisan-31 Mayıs tarihleri arasında SON POSTA Gazetesi’nde 23 sayı süren ÇÖKEN BOĞAZİÇİ üst başlıklı yazısını bu bölümde siz okurlarımla paylaşıyorum…

Pekiyi, en başta size sorayım: Suat Derviş’in adını duydunuz mu?..

Fosforlu Cevriye’yi hemen hepimiz biliriz. Filmini, şarkısını, müzikalini…Ya Fosforlu Cevriye romanının yazarını? Ya da Suat Derviş’i bilenimiz kaç kişi? Bilenler beri gelsin…Bilmeyenlerin sayısı bir hayli fazladır; ama bilenlerin hafızalarından da silinip gitmiştir…

Bu bağlamda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkler listesinin birçoğunun başında Suat Derviş’in yer aldığını kaç kişi bilmektedir?..

Montreux (Montrö) Konferansı’nı izlemek için Avrupa’ya giden ilk kadın gazetecimiz odur…

İkdam Gazetesi’nde kadın sayfası düzenleyerek kadınların sorunlarına ilk kez el atan yazarımız da odur…

Romanı ilk kez yabancı bir dilde yayımlanan Türk kadın yazarımız da odur…

Beş arkadaşıyla birlikte ilk Basın Sendikası’nı kuran ve başkanlığını üstlenen de odur…

Ama en önemlisi, Nâzım’ın ifadesiyle “Başı eğilmez kadınlar”ın şahı da odur.

Cumhuriyet, Gece Postası, Son Posta, Tan ve Resimli Ay gibi gazete ve dergilerde yayımlanan otuzu geçen tefrika romanı, öyküleri, piyesleri, eleştiri yazıları, köşe yazıları, sokak röportajlarıyla döneminin en cesur ve meşhur kadın yazarı ve gazetecisidir o. Yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da çok sayıda gazete ve dergide yazar. Almanca, Fransızca, İngilizce çeviriler yapar. Tan Gazetesi tarafından politik gelişmeleri izlemek üzere 1937 yılında Rusya’ya gönderilir. 1940-1941 yılları gibi Türkiye’de faşizmin baskısının arttığı bir dönemde çıkarılan Yeni Edebiyat Dergisi’nde etkin görevler alır. 1970’lerin başında Demokratik Devrim Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda, kendisini, “Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtmalarına karşı hiç duraksamadan ayağa kalkıp “Hayır, ben yazar Suat Derviş!” diyen bir kadındır o. Ve “gazeteci” kimliğini her şeyin önünde tutan bir Babıâli emekçisi: “Ben muharririm…O unvan benim yegâne servetim, biricik iftiharım ve ekmeğimdir.”

https://youtube.com/shorts/Tfg-NTEVMgM

İlginç olan şu ki 1920’lerden itibaren yazdıkları ve yaptıklarıyla Türk Edebiyatı’nda bu denli önemli ve ayrıcalıklı bir yere sahip olmasına rağmen, 1950’lerden 2000’li yıllara kadar adeta unutulmaya terk edilmiştir Suat Derviş.

GAZETECİ SUAT DERVİŞ’İN ‘ÇÖKEN BOĞAZİÇİ’ YAZI DİZİSİ
Boğaziçi’nin semtleriyle ilgili düşüncelerimi, gözlemlerimi toparlarken, Yeniköylü bir Boğaz Çocuğu olarak yaşadığım dönemden önceki Boğaziçi’ni inceleyen bir yazar ve gazeteci olan Suat Derviş’in 1936 yılında, 28 Nisan – 31 Mayıs tarihleri arasında SON POSTA Gazetesi’nde 23 sayı süren ÇÖKEN BOĞAZİÇİ üst başlıklı yazı dizisinden yola çıkacağım…

Gazeteci Suat Derviş Boğaziçi’nin sahil semtlerinin sakinleriyle bir dizi görüşmeler yapar, ardından bunları yazı serisinde yayınlar. Yazı dizisinin hemen her bölümü, Boğaziçi’ndeki semtlerden birinde uzun zamandır yaşayan halktan insanların görüşlerini yansıtmaktadır. Suat Derviş’in eski bir İstanbullu olarak, Boğaziçi’ndeki bu durgunluğa üzüldüğü ve geçmiş zamanın güzelliklerini özlemle anmak için bu yazı dizisine başladığı yazdıklarından kolayca anlaşılır. Gazeteci merakı ve gözlemciliğiyle her kesimden insanla konuşan Suat Derviş, o dönemde Boğaziçi’nin ekonomik ve sosyal gerilemesine nesnel bir tavırla yaklaşmaya çalışsa da üzüntü ve kaygılarını gizleyemez.

Bu dizide yayınlanmış yazıların bazı başlıkları şunlardır: “Rumelihisarı’ndan Boğaza  Bakanlar Ne Görürler?”,“Emirgân Bu  Sene Her Yıldan Daha Tenha”, “Emirgân Ne İdi Ne Oldu?”, “İstinye’de Tarihi  Yalılar Oda Oda Balıkçılara Verilmiş”, “Yeniköylüler Geçinecek Menba Arıyorlar”,  “Evvela Zehir, Sonraları Şifa Adını  Alan Tarabya”, “Boğaziçi’nin Ölmediğini Söyleyen Tek  Boğazlı”, “Arnavutköy  ve Bebek”, “Boğaziçi Niçin Çöküyor?”.

ÇÖKEN BOĞAZİÇİ  başlığını  taşıyan ve  yazarın “anket” olarak adlandırdığı  dizide Suat Derviş, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Rasathane,  Kandilli,  Göksu, Anadoluhisarı, Rumelihisarı, Paşabahçe, Çubuklu, Yeniköy, İstinye, Tarabya, Beykoz, Arnavutköy ve Bebek semtlerinde dolaşmıştır. Oralarda uzun zamandır yaşayan kişilerle yaptığı  görüşmelerde Boğaziçi’ndeki yaşamın dünkü ve bugünkü durumlarını değerlendirmiştir. Bu görüşmeler kimi kez soru-yanıtlar halinde aktarılmış, kimi kez Suat Derviş’in semtin adına, tarihine, özelliklerine dair araştırmaları ve o günkü haline dair kişisel gözlemleriyle birleşmiştir. Yazılarda, yer yer kendi çocukluk ve gençlik anılarından bahseden, bireysel  gözlemlerini aktaran, her sınıftan insanla görüşen Suat Derviş’in gazeteci kimliğiyle yaptığı gözlem ve tespitler açısından olduğu kadar, onun yazar kimliğinin izlerini taşıması bakımından da değerlidir günümüzde. Ayrıca bu yazılar, geçmişin ve 1930’ların yeme-içme alışkanlıkları, eğlence ve gezme-görme biçimleri gibi günlük yaşam kültürünü yansıtması açısından da ilginçtir. Yazılar  sayesinde  o  günden  bugüne değişen toplumsal davranış  biçimleri, değişen coğrafya, yitirilen sanatsal ve kültürel değerleri saptamak mümkündür. Boğaz semtlerini birbirine yürüyerek ya da sandalla geçilen bir çizgide izleyen Suat Derviş, bazen aynı günde birkaç yeri gezmiş, bazen birkaç yazı boyunca aynı yeri anlatmıştır. Yazarın ilk ve  temel gözlemi, Boğaz semtlerinin tenhalığı, bakımsızlığı, doğal güzelliklerini korusalar bile rağbetten düşmüşlüğü ve bunun semt  halkında yarattığı  rahatsızlıktır.

Bu  kişisel gözleminden hareket ederek “Boğaziçi’ni öldüren derdin ne olduğunu  öğrenmek” üzere yola çıkan Suat Derviş, her semtin yerlisi ve eskisi olan kişilerle görüşerek somut gözlemlerini tanıklarla desteklemiştir.

Suat Derviş yazı dizisi için toplumun  hemen her kesiminden insanla görüşmüştür: Beylerbeyili yaşlı bir hanım, Eski Çengelköylülerden yetmiş yaşlarında Alâeddin Bey ve Umuru Cezaiye Müdürü Bay Şemseddin’in oğlu Bay Ali, Vaniköylü bakkal Macit Bey, Rasathanenin 2. Yöneticisi, Kandilli Camii müezzini ve Kandilli’nin en yaşlısı, 50 yıllık sakini Hafız Osman, doğma  büyüme Hisarlı ihtiyar sandalcı, Anadoluhisarı Camii’nin eski müezzini şimdi manavlık yapan Hafız Osman, Kanlıca’nın eskilerinden ve bir zamanlar şehir meclisi yedek azası Bayan Seniha Cenani, Çubuklu’da gazino sahibi bir bey, 45-50 senelik Paşabahçeli kahveci, doğma büyüme Beykozlu genç kahveci, ismini vermek istemeyen bir Arnavutköylü,  eskilerden bir Rumelihisarlı, belediye başkâtipliğinden emekli eski Emirgânlı Ömer Bey, İstinye’nin eskilerinden pek yaşlı ve pek muhterem bir zat, Yeniköylü bir eczacı, Kireçburnulu bir kahveci, Büyükdere Meyve Enstitüsü’nün yetkilisi Cemal Bey ve enstitüden bir kız öğrenci, Büyükdereli emekli tarih öğretmeni bir hanım…Suat Derviş’in görüştüğü kişiler, sadece eğitimliler, eski zenginler, yaşlılar değil, kahveciden balıkçıya kadar her tabakadan ve her yaştan kadınlar ve erkeklerdir.

Bunların bazılarıyla Suat Derviş’in önceden haberleşip belirli bir görüşme günü tespit ettiği anlaşılırsa da, çoğu kişiyle o semte  gittiğinde karşılaşmış ve rastlantısal (tesadüfî) bir çizgide  görüşmüştür. Yazar nesnel bir mesafede kalmaya, kişiler arasında herhangi bir sosyal veya kültürel sınıf ayrımı gözetmemeye çalışır ama yaşlılara saygısı (hürmeti), özellikle eski İstanbul hanımefendilerine ve beyefendilerine hayranlığı hissedilir yazılarında…

Suat Derviş’in bazı yazılarında değişen Boğaziçi’nin tarihsel mekânları dünkü ve bugünkü halleriyle betimlenmiştir. Birkaç örnek alırsak:

-“Göksu Sarayı: Birinci Sultan Mehmet  zamanında yapılmış olan ve Üçüncü Selim tarafından büyütülen ve nihayet Sultan Abdülaziz’e annesi tarafından yeniden yaptırılmış bulunan bu beyaz ve zarif saray, bir yüzükten çok daha fazla beyaz ve zarif bir mücevhere benziyor…”

– “İstinye:  Şimdi mütarekeden beri o eski devrin hayatından burada hiç eser kalmadı. Muazzam tarihi  yalılarımız vardı. Fakat hepsi yavaş yavaş yıkılmağa başladı. Ve hiçbiri de tamir görmüyor. Mesela Deli Fuat Paşa’nın meşhur yalısında bugün balıkçılar oda oda oturuyorlar. İşte yine büyük üstad  Recaizade Ekrem’in oturduğu ev de burada. Refika Sultan’ın sahil sarayı ki pek yakında belki yıkılır. İşte görüyor musunuz bir de şu beyaz kuleli yalıyı…Bu  yalı Boğaz’ın incisi  gibidir. Babanzadelerin yalısı…Bir de içini görseniz, saray gibi bir  şey…Geniş  tavanları kocaman odaları var ve büyük balkonlarından dolayı  güneşiyle bir sanatoryum kadar sıhhi…”

-“Tarabya  ve Yeniköy:  Siz de bilirsiniz ki Edebiyatı Cedide’cilerin ilk Avrupası ve Avrupa medeniyetine hasretlerini giderdikleri bir yerdi. Edebiyatı Cedideci’lerin birçok yazılarının altındaki imzadan evvel gelen Summer Palas Oteli,  Kalender’in biraz berisinde Alman Sefareti’nin parkının yakınındadır. Bir zamanlar İstanbul’un kozmopolit muhiti buraya fazla rağbet göstermişlerdir…”

Yazı dizisinin son bölümü 31 Mayıs 1936’da “Boğaziçi Niçin Çöküyor?: Bir Anketten Çıkan Neticeler” başlığıyla yayınlanan yazıdır. Kimi yazılarda eğlenceli, kimilerinde tartışmacı, kimilerinde hayalci, kimilerinde gerçekçi bir tavırda olan Suat Derviş, bu son yazısında Boğaziçi’nin sorunlarını açık bir şekilde ortaya koymuş, bütüncül bir yoruma varmış, somut ve gerçekçi değerlendirmelerde bulunmuştur:

“Boğaziçi çöküyor. Bunu gözlerimle  gördüm. Temelleri yosun tutmuş yalılar teker teker, hayır, çifter çifter, hattâ beşer onar yıkılıyor. Dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Boğaz’a, sıcak yaz günleri meltemlerin en serin ve en tatlısı  esen Boğaz’a, güneşten kavrulan Suadiyeler, güneş  batıncaya kadar sokaklarında dolaşılmıyan Adalar tercih ediliyor (…) İstanbulun her tarafında her boş kalmış bir avuç  toprak üstünde apartımanlar, evler kuruluyor da Boğaz’ın hiçbir köyünde bir kuruculuk faaliyeti görülmüyor? Acaba buna sebep nedir?.. ”
Yazar, bu sorularının yanıtlarını da açıkça kendisi vermiştir:

“Sebep  vapurların pahalılığı veya azlığı  değildir. Sebep, yalı yaşamının gerektirdiği sosyal ve ekonomik güce sahip kimsenin kalmaması, bu zenginlikteki kişilerinse Taksim’deki küçük fakat pratik, konforlu ve daha ekonomik  apartman dairelerine yerleşmeleri, dolayısıyla kent merkezinin de artık Taksim civarına kaymış olmasıdır. Öte yandan ulaşım olanaklarının sıklığı ve rahatlığı nedeniyle halk yazı Boğaz’da geçirmek yerine Suadiye gibi yeni semtlere rağbet  etmektedir…”

Suat Derviş, bu durum karşısında hemen önerisini de getirmiştir:

“Boğaz’a yeni, küçük ve modern  evler yaparak orayı yaz-kış oturulabilecek bir şehir parçasına dönüştürmek, merkezle bağlantı sorunlarını ortadan kaldırmak, hastane, yol, tramvay gereksinimlerini karşılamak, böylece şehrin bir tarafı geliştirilirken diğer tarafını tenhalığa ve bakımsızlığa terk etmemek…”

Yazarın tespitlerinden anlaşılıyor ki, İstanbul’da yükselen apartmanlar 1930’lardan başlayan bir yapı sorunudur. Suat Derviş’in gözlemlediği haliyle o yıllarda ciddi bir gerileme içinde olan Boğaziçi bugün İstanbul’un en gözde ve en seçkin bölgelerinden biridir. Bunu ilk bakışta bir ilerleme gibi düşünmek  mümkündür elbette. Ancak özel olarak Boğaziçi’nde, genel olarak İstanbul’da son iki yüzyılda yaşanan büyük kentsel dönüşümlerin ve nüfus artışının neden olduğu kültürel çöküşün önüne geçilebildiğini söylemek zordur. Suat Derviş’in kaybından hüzün duyduğu güzelliklerden 1936’ya nasıl bir şey kalmamışsa, onun anlattığı ve fotoğrafladığı 1936’daki Boğaziçi’nden de bugüne pek bir  şey kalmamıştır ne yazık ki…

Suat Derviş’in Çöken Boğaziçi yazı dizisi, Sosyal Antropoloji biliminin ışığında okunursa İstanbul’un ve Türkiye’nin sadece 1936’da değil, Bizans’tan bu yana tarihini izleyerek nasıl değiştiğimizi, neleri yitirdiğimizi belirlemek olasıdır. Suat Derviş’in yazı dizisinden 86 yıl sonra, buna bir de son 86 yıldaki kayıplarımız ekleniyor elbette. Ahmet Vefik Paşa’nın “Burası  insanlığın malıdır” diye elinde  bastonuyla padişahın adamlarını bile kovalayarak koruduğu Rumelihisarı’ndaki kütüphanenin yerinde şimdi ne olduğunu bilmediğimiz gibi, Büyükdere Meyve Müessesesi’nin (sonradan adı Büyükdere Fidanlığı oldu) yakın zamana kadarki geçmişini de izledik. Sayın Ekrem İmamoğlu’nun İBB Başkanlığı’na seçilmesini takiben Sarıyer’deki sivil toplum örgütlerimizin, BODEP Boğaziçi Dernekleri Platformu’nun ve İSPE’nin (İstanbul Sürdürülebilir Projeler Eşgüdümü) girişimleriyle Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bize yâdigârı Büyükdere Fidanlığı ve Bahçıvanlık Okulu’nun özgün kimliğinin korunarak yeniden yapılandırılması projesi başlatıldı…Fevkalade büyük önem verdiğimiz bu projenin tüm aşamalarını İBB Park Bahçeler ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığı nezdinde yakından izlemekteyiz…

Demek ki mekânlarla birlikte kültürel belleğimizi de yitiriyoruz. Üstelik geçmişi bilmediğimiz için neyi yitirdiğimizin de farkına varmamız imkânsızlaşıyor. Salt bu nedenle bile, Suat Derviş gibi gününü yazınsal ve teknik olarak  fotoğraflayan gazeteci yazarların gözlemleri ayrı bir önem ve değer kazanıyor. Bu yazı dizisinde Suat Derviş, kendinden  önceki  neslin  bilgisini aktararak bilinçli bir kültürel  köprü oluşturmuştur. Yazarın halkın her kesiminden insanla görüşmesi, toplumların sözlü belleğinin kayda geçirilmesine de bir örnek olarak kabul edilebilir. Öte yandan Suat  Derviş, bu gözlem ve tespitlerini çok da nesnel bir tavırla yazıya geçirmediğine göre, bizim için değerli bir başka bilgi daha ortaya çıkmaktadır: Suat Derviş’in, yani doğma büyüme İstanbullu aydın bir gazetecinin 1930’lar İstanbul’una dair gözlem ve yaşantıları. Dolayısıyla bu ve benzeri yazı dizileri, kendilerinden önceki dönemlere olduğu kadar kendi dönemlerine de ışık tutmakta ve yitirdiğimiz kültürel değerleri belirleyebilmemize kaynak oluşturmaktadır. İstanbulun her tarafında, her boş kalmış bir avuç  toprak üstünde apartmanlar, evler  kuruluyor da Boğaz’ın hiçbir köyünde bir kuruculuk faaliyeti görülmüyor? Acaba buna sebep nedir?.. “

Yazar, bu soruya yanıtları da açıkça kendisi vermiştir:  “Sebep  vapurların pahalılığı veya azlığı  değildir. Sebep, yalı yaşamının gerektirdiği sosyal ve ekonomik güce sahip kimsenin kalmaması, bu zenginlikteki kişilerinse Taksim’deki küçük fakat pratik, konforlu ve daha ekonomik apartman  dairelerine yerleşmeleri, dolayısıyla kent merkezinin de artık Taksim civarına kaymış  olmasıdır. Öte yandan ulaşım olanaklarının sıklığı ve rahatlığı nedeniyle halk yazı Boğaz’da geçirmek yerine Suadiye gibi yeni semtlere rağbet etmektedir…”

Suat Derviş, bu durum karşısında hemen  önerisini de getirmiştir: “Boğaz’a yeni, küçük ve modern evler yaparak orayı yaz-kış oturulabilecek bir şehir parçasına  dönüştürmek, merkezle bağlantı  sorunlarını ortadan kaldırmak, hastane, yol, tramvay gereksinimlerini karşılamak, böylece şehrin bir tarafı geliştirilirken diğer tarafını tenhalığa ve bakımsızlığa terk etmemek…”

Yazarın tespitlerinden anlaşılıyor ki, İstanbul’da yükselen apartmanlar  1930’larda başlayan bir yapı sorunudur.   Suat Derviş’in gözlemlediği haliyle o  yıllarda ciddi bir gerileme içinde olan Boğaziçi bugün İstanbul’un en gözde ve  en seçkin bölgelerinden biridir. Bunu ilk bakışta bir ilerleme gibi düşünmek  mümkündür elbette. Ancak özel olarak Boğaziçi’nde, genel olarak İstanbul’da son iki yüzyılda yaşanan büyük kentsel dönüşümlerin ve nüfus artışının neden olduğu kültürel çöküşün önüne geçilebildiğini söylemek zordur. Suat  Derviş’in kaybından hüzün duyduğu güzelliklerden 1936’ya nasıl bir  şey kalmamışsa, onun anlattığı ve fotoğrafladığı 1936’daki Boğaziçi’nden de bugüne pek fazla bir şey kalmamıştır…

Ne yazık ki yıkılan, yok edilen mekânlarla birlikte kültürel belleğimizi de yitiriyoruz. Üstelik geçmişi bilmediğimiz için neyi yitirdiğimizin de farkına varmamız olanak dışı. Salt bu nedenle bile, Suat Derviş gibi gününü yazınsal ve teknik olarak fotoğraflayan gazeteci yazarların gözlemleri ayrı bir önem ve değer kazanıyor. Bu yazı dizisinde Suat Derviş, kendinden önceki kuşağın bilgisini aktararak bilinçli bir kültürel köprü oluşturmuştur. Yazarın halkın her  kesiminden insanla görüşmesi, toplumların sözlü belleğinin kayda geçirilmesine de iyi bir örnek kabul edilebilir. Öte yandan Suat  Derviş, bu gözlem ve saptamaları çok da nesnel bir tavırla yazıya geçirmediğine  göre, bizim için değerli bir başka bilgi daha ortaya çıkmaktadır: Suat Derviş’in, yani  doğma büyüme İstanbullu aydın bir gazetecinin, 1930’lar İstanbul’una dair  gözlem ve yaşantıları. Dolayısıyla bu ve benzeri yazı dizileri, kendilerinden önceki dönemlere olduğu kadar kendi dönemlerine de ışık tutmakta ve  yitirdiğimiz kültürel  değerleri belirleyebilmemiz için kaynak oluşturmaktadır.

(Devam edecek)

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ/İstanbul Araştırmacısı

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 5 Temmuz 2022