BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEKLE ÖZDEŞTİR (4. BÖLÜM)
Boğaziçi Medeniyeti’ni incelediğimiz yazı dizimizin bu bölümünde, Boğaziçi’nin gizemli formülü “5K”nın 3’üncü K’sını, yâni “Köyleri” mercek altına alarak anlatmaya devam ediyorum…
Dünyada insanların görmek için can attığı yerlerin arasında, hattâ en başlarında İstanbul Boğazı’nın da bulunduğunu söylersem kimse şaşırmayacaktır. Bildiğiniz gibi Boğaz’ın iki yakasına dağılan yerleşim yerlerinin tümüne Boğaziçi deniyor. Burada sizinle paylaşacağım bilgiler de bu kıyı semtlerini kapsıyor.
Yaşları 60’ın üzerinde olan yöre sakini İstanbullular, Boğaziçi’nin Köyleri dediğimizde, sahilden yamaçlara doğru uzanan tarihî semtlerden söz ettiğimi hemen anlarlar…
Geliniz şimdi hep birlikte Boğaz’ın her iki yakasında bir mücevher kolyenin incileri gibi sıralanan kadîm sahil semtlerine, bir zamanlar insanların aralarındaki sımsıkı komşuluk, sıcacık dostluk ilişkileriyle barış ve huzur içinde yaşadıkları Boğaz’ın o güzelim eski Köylerine gidelim…
BOĞAZİÇİ SEMTLERİ
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” Yahya Kemal Beyatlı
Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Mehtapları”nda “bütün Boğaziçi, Tophane’den, Salıpazarı’ndan, Rumelifeneri’ne ve Harem İskelesi’nden, Salacak’tan Anadolu Feneri’ne kadar birçok yalı, rıhtım, bahçe, çiçek, yol, ağaç, kayıkhane, kayık, duvar, parmaklık, iskele, merdiven, saatlerce süren bir mesafede hala büyük bir refah hissini veren dünyanın belki en geniş olduğu gibi, en güzel, en emsalsiz caddesi sayılabilecek kadar muazzam ve muhteşemdi”, demektedir.
Sadettin Ökten, kitabının “Boğaziçi” bölümünde konuyu farklı yönleriyle ele almıştır. Boğaziçi, coğrafyada Karadeniz’i Marmara’ya bağlayan bir suyoludur. Boğaziçi’nde, burunları, körfezleri, sürekli istikamet değiştiren anayapısıyla bir uçtan baktığınızda diğer ucu göremezsiniz. Boğaziçi’nin bu kıvrımlı yapısı ve Boğaziçi yamaçları belirli nispetler içerisindeki eski İstanbul semtlerinde olduğu gibi Boğaziçi köylerinde ilk bakışta aynı gibi görülen fakat derinlere indikçe birbirinden ince nüanslarla ayrılan çok farklı ve zengin yaşam tarzları vardır. Sadettin Ökten, “Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı”nda, “Boğaziçi’nden Vatan Görünüyordu” bölümünde “İstanbul’un Boğaziçi denilen bölgesi semt değil, semtler manzumesidir” şeklinde ifade etmektedir.
Beyatlı “Aziz İstanbul” eserinde, “daha elli sene evveline kadar İstanbul, Eyüp, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi, her biri diğerinden başka, kendine benzer, şekli ve havası birbirinden çok farklı semtlerdi”, diyerek aktarmaktadır. “Bir semtten diğerine geçerken bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş gibi başkalık duyulurdu. Boğaziçi’nde Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu birbirine komşu köylerdir; lakin her birinin çevresi ve havası güzelliği başkadır, birinden ötekine geçerken manzaranın değiştiğinden” söz etmektedir.
Haluk Dursun’a göre, “İstanbul Boğazı, her ne kadar Haydarpaşa Limanı’yla Ahırkapı Feneri arasından başlatılabilirse de, Boğaziçi özelliğine ancak Tophane, Salacak arasında kavuşur. Bu başlangıç Rumeli Feneri-Anadolu Feneri hattına kadar uzayabilmekle beraber Rumelikavağı, Anadolukavağı sınırında son bulur.” Günümüzde Boğaziçi’nde 6 ilçe vardır. Bu ilçeler, Avrupa Yakası’nda, Beyoğlu, Beşiktaş ve Sarıyer; Anadolu Yakası’nda Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz’dur. Bu ilçelerin Avrupa yakası sahil şeridinde Ahırkapı, Karaköy, Fındıklı, Kabataş, Dolmabahçe, Akaretler, Beşiktaş, Çırağan, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek, Rumelihisarı, Baltalimanı, Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu, Büyükdere, Sarıyer, Rumelikavağı semtleri yer alırken; Anadolu yakası sahil şeridinde Salacak, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, Poyrazköy ve Anadolukavağı bulunmaktadır.
BOĞAZİÇİ KIYILARINDAKİ YERLEŞİMLERİN TARİHÇESİ
Türklerin Boğaziçi’ndeki ilk yerleşimleri İstanbul’un fethine yapılan hazırlıklar kapsamında Anadolu ve Rumelihisarı’nın inşâ edilmesi ile başlar. Kale içi ve çevresine, yâni ilk mahalleler diyebileceğimiz bu yerlere yeni komşuların alınması ise Kânûnî Sultan Süleyman döneminde gerçekleşmişti. Boğaziçi içerisinde sayabileceğimiz Üsküdar, Tophane ve Beşiktaş semtleri ve gerisindeki tepeler fetih ile beraber gelişim göstermiştir. Fatih Sultan Mehmed dönemi ile başlayan Boğaziçi yerleşimleri, bu bölgede sınırlı kalmıştır. Boğaziçi’nin ilk yalılarının ise Bostancıbaşılara verilen arazilerde kurulduğu bilinir; ama bunların sayıları da bir elin parmaklarını geçmez. Ayrıca bu yalılar bir yılın bütün mevsimlerinde sürekli kullanılan mekânlar olamamıştır.
Boğaziçi’ni şenlendiren ilk yerleşim, Neslişah Hanım Sultan’ın, İstinye Deresi’nin batı kıyısı üzerinde, Gazi Ali Paşa’nın yaptırdığı hamamın karşısında cami, mektep, çeşme, şadırvan, kuyu ve hazîreden oluşan küçük bir külliye inşa ettirmesiyle başlar.
Mesîre alanlarının popüler oluşuyla birlikte, XVI. yüzyılın sonu ve XVII. yüzyılın başlarından itibaren hızlı bir şekilde Boğaziçi yerleşimleri kurulmaya ve zamanla gelişmeye başlayacaktır.
Ortaköy, Beylerbeyi ve Çengelköy gibi küçük çaplı balıkçılık ve tarım ile geçinen eski Boğaziçi köyleri ufak ölçekli yerleşimler idi. Bu yerleşimler Kanunî Sultan Süleyman döneminden itibaren hızla gelişmiştir.
Bugün tarihî kayıtlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla Fâtih’in Beykoz’da inşa ettirdiği Tokat Bahçesi, Sultan II. Bayezid’in Beşiktaş ve Beykoz Sultaniye Çayırı’na yaptırdığı kasırlar, Sultan III. Murad’ın Kandilli’ye yaptırdığı Hasbahçe gibi yapılar, Boğaz’daki en eski yazlık saray yerleşimleriydi.
Kanunî döneminin ardından Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde verdiği bilgiye göre; Boğaziçi yalıları ve sarayları Viyana seferiyle başlayan daimî savaşlar nedeniyle bakımsız ve harap duruma düşmüş, bu dönemin ardından Boğaziçi kıyıları tekrar eski canlılığına kavuşmuştur. Boğaziçi’nde ilk toplu yapılaşma Sultan III. Ahmed döneminde, Nevşehirli Sadrâzam Damat İbrahim Paşa’nın girişimleriyle gerçekleşmiştir. Böylece Boğaziçi’nde yaşam, sadece yaz mevsimiyle sınırlı kalmaktan kurtularak yılın oniki ayına yayılmış olur.
Boğaziçi Medeniyeti’nin mimarî terimi olan “yalı”yı, Münevver Ayaşlı, “penceresinden elini uzattığında elin suya değecek mimariyi haiz meskenler” olarak tanımlar. Eskilerin deyimiyle, yalının “leb-i deryâ”da olması gerekir. Kâmus-i Türkî’nin müellifi Şemsettin Sâmi ise yalı kelimesinin Bizans kökenli olduğunu ve su kıyısına yapılan yazlık köşk anlamına geldiğini yazmıştır. Boğaziçi kıyılarında birer inci tanesi gibi sıralanan ve mimârî açıdan her biri birer çekim (câzibe) merkezi olan yalıları tek başına bir yapı olarak düşünmemek gerekir. Boğaziçi kıyılarının hemen gerisinde Boğaza dik yükselen tepeler, yalıların arkasından başlayan bahçe ve koruluklara dönüştürülmüştür. Bu bahçe ve koruların içerisine hakim tepeler üzerinde de kıyıdaki yalılarla ilişkili köşkler inşa edilmiştir. Bu bahçe ve korularda yapılan çevre düzenlemeleri de İstanbul Bahçeleri diye bilinen bahçe düzenleme anlayışının gelişimi açısından çok önemli örnekler idi. İğne yapraklı denilen ve yeşil dokuyu yılın oniki ayında muhâfaza eden ağaçların yanında, Boğaziçi’ne rengini veren erguvanlar, yalıların bahçesindeki manolya ve kestane ağaçları da bu bahçelerin vazgeçilmeziydi.
Boğaziçi yalıları, iki, en fazla üç katlıydı. Yalının alt katı boş tutulur, üst kat ise yaşam alanı olarak tanzim edilirdi. Bu nedenle cumbalar kademeliydi. Çatı katı kabîlinden bir üçüncü kata sâhip olanlarına günümüzde rastlamak hayli zordur. Sanki kıyıya oturmuşçasına yayvan ve geniş duran yalıların, “yalı hamamı” diye tâbir edilen birer hamamı da bulunmaktaydı. Bunlar, kimisinde yalı arkasındaki dik yamacın başında kimisinde de iki yalı arasında, bâzen de yalının yanı başında olurdu.
Boğaziçi’nde ilk taş yapı, 1866’da tamamlanarak Sultan Abdülaziz’e takdim edilen Beykoz Kasrı’dır
Ancak, bu yapıya denize olan mesâfesinden ötürü Beykoz Bahçe Köşkü denmesi daha uygundur. Çünkü kasırların da tıpkı yalılar gibi denizin hemen kenarında olmaları gerekir.
Buna uygun olarak bugün Boğaziçi’ndeki tek kâgir kasır, Küçüksu Kasrı’dır.
Boğaziçi’ndeki kâgir yalılara güzel bir örnek olarak Baltalimanı ile Anadoluhisarı arasında kalan ikinci boğaz köprüsünün altına denk gelen kıyı üzerinde yer alan Tophâne müşîri Zeki Paşa’nın yalısını gösterebiliriz. XIX. yüzyıla âit taş yalının mîmârı Fransız kökenli Valaury’dir. Güzel bir işçilikle taştan inşâ edilen yalının ilginç bir özelliği de kıyıya bitişik olamamasıydı, çünkü yalıyla kıyı arasında bir Yedekçiler iskelesi kurulmuştu.
Mısır’da hânedanlık kuran ve Hidiv unvanını alan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelenler, Nil nehrinin verimli topraklarından ve Süveyş Kanalı’ndan elde ettikleri gelirlerini Boğaziçi’nde yaptırdıkları kasır, köşk ve yalılara yatırdıkça kıyılarda taş yalıların sayısı artmaya başladı. Hidiv ailelerinden hanımlarının gösterişli Boğaziçi yaşamları, İstanbul’un ileri gelenlerini de etkilemiştir. Özellikle 1850’lerden sonra Boğaziçi âdeta yalı şantiyesine dönmüştür. XIX. yüzyıl, Boğaziçi’nin parlak devirlerinden biri olarak kabul edilir. Söz konusu dönemde, Boğaziçi’nin her iki kıyısında yüzlerce yalı, saray gibi uzayıp gitmekteydi. Tanzîmat dönemi ve sonrasında İstanbul’a getirtilen İtalyan Fossati, İngiliz Smith, Fransız Garnier, Bourgeosis, Alman Barnarnodt ve Zaranko gibi yabancı mîmarlara, Boğaz’da büyük ve gösterişli yalılar yaptırılmıştır.
Osmanlı hânedanının gücünün azaldığı 1900’lü yıllarda, kimilerinin bir fırsatını bularak Boğaziçi’nde kendi yalılarını inşa etmeleri ise bugünlere kadar uzanan başka bir serüvenin başlangıcını oluşturur. Boğaziçi’ne baktığımızda iyi ki Hidiv aileleri varmış diyoruz; çünkü Boğaziçi zevkini bugün biraz olsun teneffüs etmemizi sağlayan Beykoz-Çubuklu’daki Hidiv Kasrı (Köşkü) ve Bahçesi, Bebek Parkı, Emirgân Korusu gibi pek çok yeşil alan onların sayesinde bugünlere ulaştı. Boğaziçi yalılarının sayısı kayıtlarda irili ufaklı 600 yapı olarak gözükmektedir. Bunların 366’sı tarihî eser niteliği taşırken birinci derecede sit alanı olarak tanımlanan tarihî yalıların sayısı 65’tir.
Boğaziçi’nde, Hıristiyanlara ait yalılar çoğunlukla gri renge, Müslümanlara ait yalılar ise aşı boya, beyaz ve yeşile boyanırdı. Büyükdere, Tarabya ve Yeniköy kıyıları, Osmanlı topraklarında görev yapan elçiler ve efrâdı yanında, gayrimüslimlerin de tercih ettiği yerleşimlerdi. Bebek, devlet yöneticilerine; Rumelihisarı, bilim adamlarına; Kuruçeşme ve Ortaköy hânedan üyelerine aitti. Anadolu yakasındaki Beylerbeyi ise ulemâ ve ilim ehlinin tercih ettiği bir yer idi. Bu Boğaziçi yerleşimlerinden Sarıyer’de yalı sayısı kadar konak ve köşk vardı ki Sarıyer’e “Paşalar Köyü” denmesinin bir nedeni de paşalara ait yalı, konak ve köşk sayısının çokluğudur.
Havaların ısınma durumuna göre, İstanbul yazlıkçıları genelde 5 Mayıs’ta Hıdırellez ile yalılara taşınır ve 12 Kasım’a, yâni zemheriden 40 gün önceye kadar burada kalırlardı. Boğaziçi’ne taşınma, padişahlar tarafından çıkartılan iradeyle başlar ve dönüş de yine bir başka iradeyle olurdu. Boğaziçi’ne taşınmadan önce, yâni Hıdrellez öncesi, Boğaz’da ikâmet edilecek bölgenin bostancıbaşısına gidilerek bir nevi ikâmet bildirimi yapılırdı. Kolluk kuvvetleri haberdar edilir ve kayıt düşülürdü. Mevsimlik bile olsa Boğaziçi’ne taşınma işi yönetim ve kolluk kuvvetleri tarafından ciddîye alınırdı. Devlet erkânının Boğaziçi’ne gelişinin de bir protokolü bulunmaktaydı. İlkbahar aylarında padişahlar Haliç’teki kasra geçerlerdi. Sadrâzam başta olmak üzere vezirler de Haliç yalılarına taşınırdı. Havaların ısınmasıyla birlikte padişah, Beşiktaş Sarayı’na geçer, sadrâzam ve vezirler de Boğaziçi’ndeki yalılarına taşınırlardı.
Boğaziçi târihi ile ilgili elimizdeki en büyük kaynak eser, Bostancıbaşı Defterleri’dir. Bostancıbaşı tarafından tutulan bu defterlerde, kimin hangi yalıda oturduğu ve yalı ile ilgili bilgilere yer verildiği gibi, câmiler, mescitler ve kahvehâneler, kayıkhâneler vs gibi pek çok mülkiyet ile ilgili bilgiye de ulaşılmaktadır. Dönemin pâdişâhı boğaz gezisine çıktığında, Bostancıbaşı kayığın dümen kısmına geçer ve padişâhın hangi yalının kime ait olduğuna ilişkin sorularına defterine bakarak yanıt verirdi. Osmanlı döneminde, eğer yalı sahibi paşa, efendi veya ağa sürgündeyse yalının pencereleri ve kapıları kapalı durur, yalı sahibi affedilmeden bu yalılarda bir canlılık görülmezdi.
Edebiyatımızın büyük isimlerinden Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi’ndeki hayata dair yazdıklarıyla özel bir ilgiyi hak eder. Kendisi de bir yalıda dünyaya gelen Hisar’ın şu sözleri, bize yalılardaki nev’i şahsına münhasır yaşantı ve kültürel zenginliğe dâir ipuçları sunabilir: “Eski büyük yalılar Osmanlı İmparatorluğu’nun küçücük birer minyatürü gibiydiler. Burada her tür görev görenler yalının ortak hayâtından faydalanırlardı. Dadı Çerkez, bacı Zenci, hizmetçi Rum, evlâtlık Türk, sütnine melez, kâhya kadın Trakyalı, ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, kayıkçı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olurdu. Müslüman, Hıristiyan bu unsurlar bu çatı altında toplanarak imparatorluk içindeki anlaşmayı ve anlaşmazlığı, burada devam ettirirlerdi.”
Mimarî çeşitliliği ve renkliliği yanında Boğaziçi geceleri, özellikle mehtap âlemleri edebiyat ve musıkî ile meşgul sanatkârlara hep ilham kaynağı olmuştur. Yine Boğaziçi zevkinin hünerli kalemi Abdülhak Şinasi Hisar’ın, Boğaziçi mehtap âlemlerine dâir şu pasajıyla satırlarımıza son verelim: “Mehtap demek, mehtaplı bir gecede Boğaziçi’nde dolaşan bir kayıkta bir saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti demekti. Vâlde Paşa’nın mehtâbı demek, bu saz âlemini onun tertip ettiği anlamına gelirdi. Mehtapçı ise bu geziye katılanlar demekti.”
Çıktığım yolda bana rehberlik eden; Boğaziçi’ni inceleyen bir yazar ve gazeteci olan Suat Derviş’in 1936 yılında, 28 Nisan-31 Mayıs tarihleri arasında SON POSTA Gazetesi’nde 23 sayı süren ÇÖKEN BOĞAZİÇİ üst başlıklı yazısını da gelecek bölümde sunacağım.
(devam edecek)
Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 2 Mayıs 2022