Dünyada 43 yıldır uygulanan neo-liberalizmin ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel alanlarda yol açtığı tahribat giderek telafi edilemez bir hal alıyor. Demokrasiden otoriterleşmeye yöneliş, çalışanların sosyal haklarının kısıtlanması, ekonomik büyümenin yavaşlaması, yeni birikim rejimi modellerinin oluşturulamaması her alanda eşitsizliğin artması ulus devletlerde baskıcı rejimler için zemin oluşturuyor. Üstelik bu süreç aşırı milliyetçilik, göçmen karşıtlığı, insan hakları taleplerinin baskılanması hukukun üstünlüğünün törpülenmesiyle birlikte gerçekleşiyor.
İsrail’de son zamanlarda olan da bu. İsrail’de iktidarı oluşturan koalisyon partilerinin desteği 25 Temmuz 2023’te Yüksek Mahkemenin (bizdeki karşılığı Anayasa Mahkemesi) yürütme üzerindeki denetimini sınırlandırması 64 oyla oy ile kabul edilmesi (muhalefetin milletvekili sayısı 56) günümüzde demokrasilerde var olduğu iddia edilen uzlaşmadan giderek uzaklaşıldığının göstergesidir. Artık dünyanın farklı yerlerinde iktidarlar mutlaklık peşindedir. Tıpkı monarşilerde olduğu gibi. İktidarın aldığı her karar hukuksal denetime bağlı olmadan uygulanmalıdır anlayışı muktedirler tarafından dayatılmaktadır. Oysa 18’inci yüzyıldan itibaren hukukun üstünlüğü kavramı iktidarın her türlü eyleminin yargı denetimine bağlı olduğunu kapsar.
Günümüzde iktidarlar dar bir azınlık çerçevesinde aldıkları kararların sorgusuz sualsiz uygulanmasını ve denetlenmemesini istiyor. Bu günümüzde demokrasiden giderek dünyanın farklı ülkelerinde uzaklaştığının da bir göstergesi. İdare hukuku hocamız İsmet Giritli’den ve bu alanda yazan A. Şeref Gözübüyük, Metin Günday gibi hocalarımızın kitaplarından okumuş ve öğrenmiştik. “İdarenin her türlü eylemi denetime tabidir.” Bu kabul güçler ayrılığı ilkesine dayanan parlamenter rejimde ve ABD gibi başkanlık sisteminin uygulandığı yerlerde geçerliliğini koruyor.
Türkiye’de 1960’lardan sonra sağ iktidarlar ve partiler 1961 Anayasası başta olmak üzere iktidarlarının denetlenmesine olanak veren yasal mevzuattan şikâyetçi oldular. Bu emellerine kısmen 12 Mart’ta, büyük ölçüde ise 12 Eylülden sonraki hukuksal düzenlemelerle kavuştular. Ancak parlamenter sistemin mantığı geçerli olduğundan yasal çerçevede hep engellendiklerini ileri sürdüler. Çünkü başvuru halinde yasaları biçimsel ve öz olarak denetleyen (Anayasa Mahkemesi), idari kararları hukuka uygunluğu açısından değerlendiren (Danıştay) diğeri halkın vergileriyle yapılan kamu harcamalarını her yıl denetleyen (Sayıştay) bu engellerin başındaydı.
12 Eylül rejimi 1982 Anayasası ile siyasi iktidarın bu kurumlara müdahalesini kısmen HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) aracılığıyla sağladılar. 2010 ve 2017 yılında yapılan değişiklikler ile siyasal iktidarın Hâkimler ve Savcılar Kurulu olarak değiştirilen kurumda etkisini belirleyici hale getirdiler. Öyle ki 13 üyeden oluşan kurulun 4 üyesini Cumhurbaşkanı, 7’sini Türkiye Büyük Millet Meclisi (çoğunluk partisi yani iktidar) seçiyor. Geri kalan iki üyeden birini Adalet Bakanı diğerini ise yardımcısı oluşturuyor.
Bu siyasal iktidarların 1960’lardan bu yana arzuladıklarının gerçekleştiği anlamına geliyor. Sırada yetkisi sınırlandırılmasına rağmen 1961 Anayasası ile hayatımıza giren Anayasa Mahkemesinin kurumsal varlığına son verilmesi var.
Dünyada ve Türkiye’de iktidarın kendisini denetimsiz kılma mutlaklaştırma eğilimlerine karşı farklı düzeylerde de olsa mücadele sürüyor, sürecek. Ama önümüzdeki süreç herkes için zor geçecek.
Kemal ASLAN/Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi