TÜRKLERIN BOĞAZİÇİ’NDE KURDUĞU MEDENİYET: ‘BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ’

0

TÜRKLERIN BOĞAZİÇİ’NDE KURDUĞU MEDENİYET: ‘BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ’

2. Bölüm

‘Boğaziçi’ sözcüğü sadece bir coğrafyayı değil, bir tarihi, diğer bir tanımlamayla kapsamındaki kültür ve sanat olayları nedeniyle “Boğaziçi Medeniyetini” de anlatıyor.

Boğaziçi, Bizans öncesinde, Antik Yunanca Bos (Geçit) ve Poros (Öküz) sözcüklerinin bileşimi olan Bosporos (Öküz Geçidi) olarak anılmış. Halen uluslararası metinlerde Bosphorus olarak anılıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin adının da bu bağlamda verildiğini görüyoruz.

Tesadüfe bakın ki, İngiltere’nin en köklü üniversitelerinden Oxford’un da İngilizce sözcük karşılığı “Öküz Geçidi” anlamına geliyor.

Bosporos, Antik Yunan Mitolojisinde, Zeus’un sevgilisi olan İo’nun, Asya ile Avrupa arasındaki yolculuğunu simgeliyor…
Ancak bölgede kalıcı yerleşimin başladığı, Bosporus’un Türkçe bir sözcük olan Boğaziçi’ne dönüştüğü, “Boğaziçi Medeniyeti” kavramının doğduğu dönem Osmanlı Dönemi’dir.

Gerçek bir İstanbul aşığı olan Yahya Kemal, Aziz İstanbul adlı eserinde, Boğaziçi’nin “tamamen Türklerin eseri” olduğunu ve Türklerin Boğaziçi’nde kendine özgü bir medeniyet kurduklarını yazar.

BOĞAZİÇİ’NİN MİTOLOJİSİ

Bilindiği gibi Boğaz’a yerleşen “Bizanslılar” buraya Bosporos adını vermişlerdi. Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen ‘bous’ ve yol, geçit anlamlarına gelen ‘poros’ adlarından türetilmişti. “Öküz” ya da “inek” geçidi anlamına gelen Bosporus adını taşıyan boğaza bu adın verilmesi Yunan mitolojisinde baş tanrı Zeus’un, İo adında bir kıza âşık olması olayına dayanır…

Hikâyeye göre İo nehirler tanrısı İnahos’un kızıdır. Tanrıların kralı olan Zeus bu güzel kızı görünce ona âşık olur ve eşi Hera’dan gizlice onunla birlikte olmaya başlar.

Bir gün Hera’ya yakalanmak üzereyken kendini bir buluta, İo’yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan Hera, ineği hediye olarak eşinden ister. Onu Zeus’tan uzak tutmak adına Argos Panoptis adlı canavarın gözetimine bırakır. Ancak Zeus, Hermes’i yollayıp Argos’u öldürtür. Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş İo’yu sürekli rahatsız etmesi için ona bir sinek musallat eder.

Sinekten kurtulmak için var gücüyle koşan İo boğaza geldiğinde, kendini boğazın sularına bırakır ve bu engeli yüzerek geçer. Kıyıya çıktığı yerde Keroessa adında bir kız çocuğu doğurur ve bu kız büyüdüğünde denizler tanrısı Poseidon ile evlenerek Byzas adında bir oğlan dünyaya getirir.

 

 

Bu çocuk doğduğu yerde kendi adını verdiği Byzantion kentini kurar.

Bu mitolojik öyküler hem İstanbul şehrine hem de Boğaz’a adlarını vermelerinden dolayı önemlidir.

Boğaz’ın antik dönemde kullanılan adlarından olan Bosporos’un kökenine ilişkin ortaya atılan bir başka görüş de sözcüğün Fosforos, fosforlu, ışık saçandan geldiği yönündedir.
İstanbul Boğazı batı dillerinde hala bu ad ya da bu adın değişik biçimleriyle bilinmektedir.

Eski Türk kaynaklarında ise İstanbul Boğazı’nın Halic-i Bahr-i Rum (Marmara Denizi Boğazı), Halic-i Bahr-i Siyah (Karadeniz Boğazı), Halic-i Konstantiniyye (Konstantiniyye Boğazı), Mecma’ül Bahreyn (iki denizin birleştiği yer) ve İslambol Boğazı gibi adlarla anıldığı görülmektedir.

Boğaziçi’nin oluşumu hakkında elimizde mevcut genel bilimsel bilgilere göre Marmara Denizi ile İstanbul Boğazı’nın 4. jeolojik zamanda oluştuklarını biliyoruz. Bu oluşum hakkında kesin yanıt verebilecek bilimsel olarak kabul görmüş bir görüş yoktur. Bilimsel çalışmalar sonucunda ağır basan kanı, jeolojik açıdan İstanbul Boğazı’nın deniz suları ile dolmuş bir vadi olduğudur. Buna göre, tahminen M.Ö. 20 bin yıllarında Buzul Çağı sonlanmış ve dünyanın büyük bölümünü kaplayan buz kütleleri erimeye başlamıştır. Binyıllarca süren bir erime sürecinin sonucunda, M.Ö. 8 bin ila 7 binlerde Akdeniz’in suları ilk halinden yaklaşık 150 metre daha yukarı çıkmıştır. Deniz seviyesindeki bu büyük ölçekli artış nedeniyle Akdeniz’in suları Marmara’yı basmış; Marmara Denizi’nin suları da devam eden yükselmeler sonucunda Karadeniz ile birleşmiştir. Boğaz’ın derinliğinin kuzeyden güneye azalma göstermesi, geçmişte kuzeydeki bu yükseltilerin Marmara’nın sularına karşı bir set görevi gördüğü ve bunların deniz seviyesindeki yükselmeyle aşıldığı savını güçlendirmektedir.
Ortaya atılan bir diğer görüşe göreyse, İstanbul Boğazı’nın olduğu yerden çok eski çağlarda çok büyük bir akarsu geçiyordu. Başta Haliç olmak üzere, bugün Boğaziçi’nde koy olarak beliren yeryüzü şekilleri o dönemde bu akarsuyun kollarının ana suyla birleşme noktalarıydı. Buzul çağı bitip dünyadaki buzul çözülmeleri başlayınca tüm sular gibi bu akarsuyun seviyesi yükseldi ve günümüzdeki biçimini aldı. Marmara Denizi’nin suyla dolarak Karadeniz’le birleşmesi olayı, mitolojide bilinen ve kimi kutsal kitaplarda da yer alan Nuh Tufanı ile de ilişkilendirilmiştir.

2001 yılında ABD’li araştırmacı Ballard’ın bulgu ve savları büyük yankı uyandırmıştır. Ballard’a göre Buzul Çağı’nda Karadeniz, çevresinde verimli tarım alanları bulunan büyük bir tatlı su gölüydü.

Günümüzden 12 bin yıl önce başlayan buzul çözülmeleriyle birlikte ortaya çıkan sular, İstanbul Boğazı’nın güneyindeki engelin ardında birikmeye başladı. En sonunda bu engeli aşmayı başaran sular muazzam bir hızla Karadeniz’e akmaya başladı. Bir tatlı su gölü olan Karadeniz’e tuzlu deniz suyu doldu ve. Tufan savını savunan bilim insanlarına göre verimli tarım alanlarım ve göl çevresi yerleşimleri yutan bu olağanüstü su yükselmesi kuşaktan kuşağa Nuh Tufanı olarak aktarılarak günümüze dek ulaştır.

‘BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ’ KAVRAMININ DOĞUŞU

“İstanbul Medeniyeti” kavramı, şehrin kamusal alanını betimlerken; “Boğaziçi Medeniyeti” şehrin özel bir alanını ve oradaki günlük yaşamda geliştirilen bir medeniyeti tanımlar.

Boğaziçi Medeniyeti dönemi denildiğinde akıllara 17. yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadarki bir süre gelmelidir. Bu dönemde hem Doğu’dan hem de Batı’dan beslenen Boğaziçi doğası, yaşam tarzı, sarayları, köşkleri, yalıları, bahçeleri ile güzellik ve huzurun birlikte yaşandığı bir bölge haline gelir…

Günümüzde ne yazık ki yalnızca anılarımızda (zihinlerimizde) yaşayan Boğaziçi Medeniyeti, kendisine duyulan sevgi ve özlem ile, Türk roman ve şiirinin sıkça konusu olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında İstanbullular için şöyle der: “Ne İstanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiğini birbirinden ayırmaya imkân bulamayan insanlar…”

Dönemin yabancı eserlerinde ise, Boğaziçi’nin “İstanbul’a gelmiş olma”yı ifade ettiğini görürüz. Bu ifade, İstanbul’a girişin Boğaziçi’nden deniz yolu ile gerçekleşmesinden kaynaklanır. Bu sebeple dışarıdan gelenler için de bir umuttur Boğaziçi yöresi.

BOĞAZİÇİ: SUYUN TAÇLANDIRDIĞI GÜZELLİK

Boğaziçi, Bizans’ın ünlü tarihçisi Prokopius’un “suyun taçlandırdığı güzellik” tanımlamasına ilaveten Turgut Cansever’in deyişiyle “sonsuzluğa çakılmış bir yıldız” gibidir. Boğaziçi, başka bir yer ile karşılaştırılamayacak kadar “nev’-i şahsına münhasır” incelmiş bir medeniyet anlayışının ebedi örneklerini sunmaktadır bizlere. Yalıları, koyları, koruları, fenerleri, sahilleri, sarayları ile, diğer bir tanımlamayla benim “5K formülüm” ile (yâni “Koylar, Korular, Köyler, Kıyılar, Kültürler”) kısaca ifade ettiğim güzellikler sunan Boğaziçi’ni, bir İstanbul ve kültür aşığı kimliğimle birlikte gezerek siz okurlarıma aktarmaya çalışacağım…

Boğaziçi Medeniyeti kavramını edebiyatımıza kazandıran Üstâd Abdülhak Şinasi Hisar Boğaziçi Yalıları başlıklı eserinde yalıları aşağıdaki çarpıcı cümleleri ile âdeta bir tablo gibi resmeder:


“…Eski Boğaziçi’nin yalıları güya hendesi bir hesap neticesi değil de bir kalbin temayülleri, bir hevesin alakaları, bir vücudun hastalıkları, bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hâsıl olmuş hissini veren; büyümüş, ihtiyarlamış, pörsümüş, solmuş, rengi uçmuş, kısmen göçmüş, kadit olmuş, su ile şişmiş, bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış, taranmış, süslenmiş halleriyle; hikâye eden, şiir okuyan; genç, orta yaşlı veya ihtiyar; resmi veya laubali; efendi, bey veya paşa; mahalle kadını veya hanımefendi; tanışık, akraba veya yabancı; hep canlı mahluklar gibi görünürler, hep bir ruh, bir hüviyet ve bir hayat ifade ederlerdi.

Yalıların, tabiata aykırı büyümüş, devleri hatırlatan pek büyükleri, gözleri bir intizam hissiyle tatmin eden ortancaları ve oyuncaklarla çocukları hatırlatan küçücükleri vardı.

Bütün bu yalılar eski Boğaziçi hatıralarını sayıklarlar; içlerinden çok ihtiyarlamış bazıları sanki masal veya ninni söylerler; bazıları da, geçmiş bütün bir ömrün destanını anlatır gibi mahzun görünürlerdi.

Yalıların çoğu eski zaman terbiyesi almış, başlarında mahalli, şarklı ve bize meçhul bir ilim yaşayan, gönüllerinde bize eski gelen bir âlem taşıyan ve ömürleri hulyalarına uymamış olan ihtiyar hanımlara benzerlerdi. Kimlere benzediklerini etrafımda kolayca teşhis ederdim.

Yalıların, denize girmiş, direkler üzerinde sulara konmuş olanları da vardı. Ne hulyâlarını, ne rüyalarını hâlâ bitirmemiş olanları vardı. Bazı yalılar, suların kenarında gerçek hulyâları avlamak için kurulmuş dalyanlara […], bazı yalılar, yelkenleri rüzgârla dolmuş, hayal iklimlerine hareket edecek gemilere benzerlerdi. Neye benzerlerse benzesinler, bütün bu yalılar, eski Boğaziçi zamanlarının mahsulleri, hepsi de birer Boğaziçi mahlûku idiler […]
Ayrı birer binası yoksa, bütün yalıların yarısı harem, yarısı selâmlıktır. Alt katın sofaları ve odaları mermerdir. İkinci kata yayvan ve geniş merdivenlerle çıkılır. Yukarı kattaki sofalar ve odalar ahşaptır. İklim çok güneşli olduğundan, pencerelerin üstünde, gözleri güneşten korumak için, âdeta bir kasketin önü gibi geniş saçaklar vardır. Bütün mimarî, yalının denizle devamlı irtibatı üzerine müstenittir (ilişkisi üzerine kuruludur). Yalının önünde yol yoktur. Yalı, deniz sathına gömülmüş ve hattâ bazan toprak değil, su üstüne yapılmış ve denize bakan odalar su üstüne çıkmıştır.Önlerindeki suları sanki daha ziyade içlerinde duymak için, odaların altlarında kayıkhaneler vardır. Daha çok ve daha yakından su sesi dinlemek için, su sesine yalı içinde bir ilâve olsun diye, bu yalıların sofalarında ve hattâ bazan sulara ilâveten bazı odalarında, ayrıca birer havuz bulunur […]”

“SUYUN TAÇLANDIRDIĞI GÜZELLİK”

Doğu Roma İmparatorluğu kurulduğunda Boğaziçi boyunca küçük kıyı balıkçı köylerinden başka önemli yerleşimler yoktu. Dönem dönem Arapların ve Bulgarların Boğaziçi üzerinden akınlar düzenlediği Konstantinopolis’e 15. yüzyıldan itibaren Türkler de akınlarda bulunmaya başladı.
1453 yılında Sultan II. Mehmed Konstantinopolis’i Osmanlı ordusuyla kuşatması öncesinde Boğaziçi bölgesindeki yerleşim yerlerini ele geçirmiş ve buradaki kaleleri güçlendirilmişti. Boğaz’ın en dar noktasında, Anadolu yakasında Sultan Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılan Anadolu Hisarı’nın karşısında, Rumeli Hisarı’nı yaptırmıştı. Bu iki Hisar günümüzde hala ayaktadır. Boğaziçi, Sedat Hakkı Eldem’in de ısrarla vurgulamış olduğu gibi, ne Venedik ile ne de Thames Nehri ile mukayese edilebilir, “suyun taçlandırdığı güzellik” olarak nev’-i şahsına münhasır incelmiş bir medeniyet anlayışının ebedi örneklerini sunmaktadır bizlere.
Boğaziçi’nin Osmanlı tarafından keşfedilmesi ve önem kazanması 16. Yüzyıldan itibaren gerçekleşmiştir.
Bizans döneminde Boğaziçi kıyısı boyunca Rumlara ait küçük balıkçı köyleri özellikle Lale Devri sürecinde Osmanlının aristokrat (paşa, vezir ve önemli zevat) aileler tarafından iskân edilerek zevkin, inceliğin mekânı olmuştur. Boğaz’ın pek çok noktasında Osmanlı Sultanları için has bahçeler, avlaklar yapılmış ve en seçkin noktalarına kasırlar inşa edilmiştir. Boğaziçi kıyıları en zarif yalılar, konaklarla donatılmıştır. Sayfiye yeri olarak öne çıkan Boğaziçi kıyılarında kadınlar ve erkekler için deniz hamamları (plaj) açılmıştır. Boğaz’daki yalıların önünden kayıklarla başlatılan mehtap sefaları (zevk gezileri) modası başlatılmıştı.
18. yüzyılın Boğaziçi’ni en güzel betimleyen Abdülhak Şinasi Hisar kitabında “Mehtâbiye” adı verilen kayık sefalarını şöyle anlatıyor: “Osmanlı toplum hayatında ‘mehtap’ demek, mehtaplı bir gecede Boğaziçi’nde dolaşan bir kayıkta, bir saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti demekti. ‘Mehtapçılar’ demek de; bu gezintiye iştirak edenler demekti…”

Boğaziçi’nde Göksu, Kandilli, Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Sadâbâd, Beşiktaş, Şemsipaşa ve Beykoz’da sazlı-sözlü musıkili eğlenceler eşliğinde yapılan, gönül açıcı, zevkine doyum olmayan mehtap seyirlerinin, 18. yüzyıl İstanbul insanının tutkularının başında geldiği, şairlerin dilinden dökülen beyitlerden kolaylıkla anlaşılmaktadır. Işık kirliliği yüzünden yıldızları, ayı unutan, dahası gökyüzüne hasret kalan bugünün İstanbullusu için mehtap seyri, ne yazık ki oldukça uzak bir eğlencedir…

(Devam edecek)

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ/İstanbul Araştırmacısı

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 2121 Ağustos 2021