İSTANBUL BEYEFENDİSİ/HANIMEFENDİSİ BÖLÜM:1

0

İSTANBUL BEYEFENDİSİ/HANIMEFENDİSİ BÖLÜM:1

26 Kasım 1934 tarihli, 2590 numaralı kanun. 29 Kasım 1934’te Resmi Gazete’de (2867 sayı, 3 cilt, 6. sayfa) yayımlanarak Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun adıyla Ulu Önderimiz Atatürk’ün toplumsal yaşamımız ile ilgili Devrimleri arasında yerini almıştı. Bu kanunun 1.Maddesi uyarınca “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri” gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla anılmaya başlandılar.

Buna karşın toplumumuzda kendine iyi bir yer edinmiş, saygınlık kazanmış, Türkçeyi (fonetik ve diksiyon yönlerinden) doğru düzgün konuşan bir insanı tanımlamak, o kişinin aynı zamanda uygar birisi olduğunu belirtmek için o insana “beyefendi” ya da “hanımefendi” deriz. Yaygın olarak bu kişiyi “İstanbul beyefendisi/hanımefendisi” isim tamlamasıyla tanıtırız. Ancak günümüzde efendilik, ağırbaşlılık, kibarlık ve iyi insan ilişkilerine sahip olma gibi erdemlerin (meziyetlerin) yeniden tanımlanması, moda deyimiyle “güncellenmesi” gerekiyor.

Önceki kuşaklardan büyüklerimiz bize İstanbulluluk denince ilk akla gelen erdemlerin neler olduğunu öğretmişlerdi. Bunların insanların davranış biçimlerindeki görgü, terbiye, incelik ve ahlâk kurallarını tanımlayan nezaket ve edeb olduğunu söylerlerdi…Bu bağlamda, o erdemlere sahip olan insanların en canlı örneği olarak toplumda “İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi” diye tanımlanarak öne çıkan kişileri bize gösterirlerdi . Bu insanların en belirgin özellikleri, çok nâzik, kibar olmaları, kimseye zarar vermeyen, kimseyi incitmeyi aklından bile geçirmeyen, insanların arasında ayrımcılık yapmayan, onları ötekileştirmeyen kişiler olmalarıydı.

Aslında “nezaket-zarafet-kibarlık-incelik” sözcük kümesi Türk Kültürü’nde bu olguya ne kadar önem verildiğinin açık bir kanıtıdır. Bilindiği gibi bir milletin önemli olan olguları nelerse o olguların o milletin dilindeki karşılıkları da aynı oranda çoktur. Örneğin Eskimo dilinde “kar” olgusunu anlatan yüzü aşkın sözcük vardır. Bizim toplumumuzda nezaket, incelik, kibarlık, zerafet, naiflik, hoşluk, letafet gibi kavramlar hep aynı ya da benzer kavramları karşılamaktadır. Bu da Türklerin nezakete (incelik) verdiği önemi göstermektedir.

Bilindiği üzere, dil hem kültür tarafından tanımlanır hem de kültürün tanımlayıcısıdır. Bir arada yaşayan ve belli bir kültürel birikim oluşturan her toplumun bir dili olduğu gibi İstanbulluların da kendilerine özgü bir Türkçesi var(dı) . Yani konuşulan dil ile kültür ve konuşulan dil ile toplum arasında çok yakın bir ilişki vardır…

İstanbullu olmak için davranış biçimi kadar kullanılan dil ve sözcüklerin söylenişi (telâffuzu) de belirleyici olurdu. Bu bağlamda İstanbul Türkçesi ya da İstanbul Lehçesi’nden söz edilirdi…TRT Radyo ve Televizyonu’nun haber sunucuları güzel Türkçemizin doğru konuşulması konusunda halkımıza iyi örnekler sunarlardı…1970’lerde TRT İstanbul Televizyonu yayına başladığında ilk haber sunucularından, Kent Ekranı yazarı, yaşayan efsâne Başak Doğru Hanımefendi’nin konuştuğu dilin en güzel İstanbul Türkçesi olduğunu yazmıştı bir köşe yazısında ünlü yazar Haldun Taner Üstâd…

Aslında bir insanda İstanbullu kişiliğinin olup olmadığını incelerken onun diliyle birlikte söylemlerinin içeriğine bakmalıyız. Kişinin davranışındaki incelik (kibarlık, zarafet) durumunu betimlerken, o kişinin toplum yaşamında ‘sen’ dili yerine ‘siz’ dilini kullanması öne çıkıyor. Örneğin, meslektaşların kendi aralarındaki konuşmalarında bu niteliğin özellikle duyarlı kentli yurttaşların dikkatini çektiğine tanık oluyorum. Yeri geldiğinde dostlarım bana “Cemal Bey, sizin gençlik yıllarınızda, (1950/60’larda) kullanılan dil böyle miydi?” diye soruyor. Günümüzde, sokaklarda, işyerlerinde, çarşıda, pazarda, okullarda, siyasette halk arasında genel olarak “kaba” diye tanımlayabileceğimiz bir dil kulaklarımızı tırmalıyor…
Eğitim ve görgü düzeyleri göreceli olarak iyi olan insanlar bu durumdan bayağı rahatsız…

Toplumda ‘öfke bir hitabet sanatıdır’ şeklinde gelişen bir “üslup” (Türkçesi: “anlatma, oluş, deyiş veya yapış biçimi, tarz”) var ki ekonomide yerleşmiş olan o ünlü ‘kötü para, iyi parayı kovar’ tanımlamasını anımsatıyor. Yâni buna benzer biçimde, insanların arasındaki iletişimde kullanılan kötü söylem de iyi söylemi toplumsal ortamdan kovuyor. Ne yazık ki günümüzde siyasetin dili bu yönde gelişmekte. Siyasette yaygın olarak kullanılan dil, toplumsal sorunları ve çözümlerini dile getirme aracı olmaktan nerdeyse çıkıyor. Bunun yerine bir algı yaratma ve ayrımcı kimlik siyaseti gündeme geliyor. Bu da bir tür zehirli duygu olan ‘nefret siyasetini’ doğuruyor. Halkımız, özellikle genç kuşaklar, toplumda öne çıkan siyasal liderleri kendilerine örnek alıyor. “Rol modelleri” diye tanımlanan siyasetçiler bu konuda öne çıkıyor. Aslında hem ülke genelinde hem de yerelde siyasetin dili giderek sertleştikçe ve kabalaştıkça İstanbul Türkçesi’nden ve İstanbullu kişiliğinden o kadar uzaklaşıyoruz…

18.yüzyıl Fransız bilim adamı ve düşünürü Buffon, “Le style est l’homme meme” demiş…Ziya Paşa, bunu “Üslubu beyan aynıyla insan” diye dilimize aktarınca, bu deyiş atasözü olmuş. Mevlâna da bu gerçeği şöyle belirtmiş: “Testinin içinde ne varsa dışarıya o sızar.”
Bu bağlamda, kişiler için “üslup” konusunu incelerken aşağıdaki açıklamalara rastladım:
“Bir insanın dili, seçtiği sözcükler, konuşma, ifade tarzı, üslubu kendisiyle özdeştir. İnsan ne ise, kişiliği nasılsa öyle konuşur, konuşma tarzı kendini dışarıya yansıtır. Üslubumuz bizi anlatır, bizi tanımlar. Başka bir deyişle, bizi biz yapan değerlerimizin dışa yansıma halidir. Üslup kişinin ta kendisidir.
Özetle diyebiliriz ki:
Bir insanın kişiliği, karakteri, tarzı, değerleri, düşüncelerine, düşünceleri de üslubuna yansır.” (Bakınız: Kadriye Borak)

Yukarıdaki açıklamalarımdan sonra gelelim İstanbul beyefendisi (ya da bu tipin ilk ortaya çıkışında kullanılan İstanbul efendisi) tanımlamasına…
‘İstanbul Ansiklopedisi’nde Erol Üyepazarcı, ‘İstanbul Efendisi’nin ne tür niteliklere sahip olması gerektiğini anlatıyor. Üyepazarcı’ya göre, “Bu büyük şehir, içinde yaşayanları etkiler, onları eğitir, adam eder, belli kalıplara uymaya mecbur eder ve bu şehre layık kişiler olmaya zorlar…”

‘İstanbul efendisi’, örnek bir kişiliği simgeler. Eski deyimle, ‘bir üslup’, bir yaşam tarzının temsilcisidir.
Eski sözlüklerde bir inceleme yaptıktan sonra, İstanbul efendisi’nin başlıca niteliklerinin şöyle belirlendiğini gördüm: ‘kibar, hatırnâz, terbiyeli, müsamahakâr (hoşgörülü), iyi eğitimli, alçakgönüllü, onurlu, iyiliksever, olgun, babacan, çelebi ve halûk; yani iyi huylu, geçim ehli bir kişi’. Bütün bu niteliklerin bir kişide toplanması doğal olarak zordur ve eski dönemlerde de ‘İstanbul efendisi’ öyle adım başı rastlanır bir tip değildir.
Konuyu işlerken aklıma şu soru takılmıştı: Bu özellikleri taşıyan bir kişiye acaba niye yalnızca ‘efendi bir adam’ değil de, ‘İstanbul efendisi’ denmiştir?..

Bu sorunun yanıtı, İstanbulluların büyük şehirlerini yalnızca devlet merkezi olarak değil, bir kültür ve medeniyet merkezi (ekin ve uygarlık odağı) olarak da benimsemiş olmasında yatar. İstanbullulara göre şehir, içinde yaşayanları etkiler ve onları eğitir, adam eder, belli kalıplara uymaya zorlar (mecbur eder) ve bu şehre layık kişiler olmaya zorlar.
İstanbul her dönemde göç alan bir şehirdir ama 1950’lere kadar gerek alınan önlemler, gerek toplumsal ve ekonomik koşullar nedeniyle aldığı göç yerli nüfusa, yani İstanbul’un mevcut halkına oranla çok azdır ve şehir yeni gelenleri kendine uyumlu yapmayı ya da uydurmayı bilmiştir. Bunun sonucunda, göç edenler nereli olurlarsa olsun, bir süre sonra İstanbullu kimliğini alabilmişlerdi.

Devam Edecek…

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ

İstanbul Araştırmacısı

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 24 Mayıs 2021