Hikayene Susadık Birader!

0

“Süper Baba, İkinci Bahar, Perihan Abla gibi dizilerin yeni versiyonlarına her zamankinden fazla ihtiyacımız var.
Ne yapın edin…
İster dizisini çekin, ister Youtube versiyonunu deneyin…
Ama lütfen, o YENİ güzelim hikâyeleri anlatın.”

Hikayene Susadık Birader!

Bir toplumu kültürel açıdan girdiği çıkmazlardan çevirebilmenin yolu belki de çok kolaydır.
Sadece sabah akşam hikâye anlatmak lazımdır belki.
Hemen her toplumda, kültürel birikimin başlamasıyla hikâyelerin anlatılmaya başlanması aynı zamanlara denk düşüyor…

Homo Sapiens, daha doğru dürüst konuşamadığı zamanlarda bile, mağara duvarlarına çizdiği resimlerle avını nasıl yakaladığını anlatıyor.
Daha anlamını kazanmamış bir sürü homurtulara karşın, “avın hikayesi” belleklere mıh gibi kazınıyor.

Mağara döneminden sonra, çevresel tehlikelere karşı önceden bilgi sahibi olmanın yaşamsal değeri var.
Dolayısıyla yine uzaklardan gelen insanların anlattığı hikâyelere kulak kabartılıyor.

Bu dönemde “uzaktan gelen” in anlattığı hikayeler, nesilden nesle tekrarlanıyor.

Öyle ya, Kaf dağının arkasında yaşayanları ve onların yaşadıklarını dinleyip ders çıkarmak lazım. Bir gün bizim başımıza da gelebilir; hele bir dinleyelim…

Orta Asya kültüründe Ozan geleneği var… Dengbejlik var…
Köyleri ziyarete gelen hikâye anlatıcılarının müzikle süsledikleri uzun öykülerin, topluluklarda kültürün omurgasını oluşturduğunu görüyoruz.

Bir müşkülle nasıl başa çıkılır?
Bir kız nasıl adam gibi sevilir?
Toplumuna faydalı bireyler nasıl davranır?
Hangisi zulümdür?
Kötücül insanların ayırt edici özellikleri nelerdir?

Ozanlar anlattıkça zihinler berraklaşıyor.
Algılar tutumlara, tutumlar davranışlara dönüşüyor.

**

Makarayı biraz sardığımızda, bu sefer karşımıza yazı ve basılı hikâyeler dönemi çıkıyor.
Toplumlar okudukları hikâyelerle biçimleniyor.

Bakın şimdi bir tespit yapayım…
Hani biz Türk toplumunun bireyleri için, “çocuk ruhlu, duygusal insanlar” denir ya…
Özellikle Cumhuriyet sonrası o duygusallıklarımızın, kibarlıklarımızın, efendiliklerimizin gitgide ayyuka çıktığı dönemler vardır hani…
Siyah beyaz Zeki Müren filmlerine konu olan dönemler… “Efendim müsaadenizle size kendimi tanıtayım, bendeniz…” diye başlayıp, “Bu çocuğun şu çaresiz hali, beni pek bedbaht ediyor. Korkarım, duyduğum elemi anlatmaya sadece gözyaşlarım kâfi gelecektir…” diye devam eden dönem…

Yüreklerin pamuk olduğu o masumiyet dönemleri
Önce Ömer Seyfettin’in, sonra da Kemalettin Tuğcu’nun etkisi var mıdır o dönemlerde?
Bence kesinlikle vardır.

Cumhuriyet sonrası Maarif yönetimleriyle, insanlarımıza bu büyük yazarların hikâyeleri ulaştırılmış ve yaygın yapılan okumaların sonucunda oldukça naif bir toplum omurgası oluşturulmuştur.
Kötü müdür?
Bilakis çok iyidir.
Biraz fazla çocuksudur ama yine de iyidir. Masumdur en azından.

Sosyal medyada o günler için sıklıkla “altın dönemler” ifadesinin kullanıldığını görürüz.

Artık makarayı daha hızlı sarıp yavaş yavaş sadede gelelim.
Son 20-30 yılda toplumumuzu domine eden hikâyelere de değinip, konunun hedef rotasına ilerleyelim.
**
Sondan bir önceki dönemi pas geçmek istiyorum. 1970’lerde başlayan Anarşi ve Terör döneminin hikâyeleri, ayrı ve kocaman bir incelemeyi hak ediyor.
Onu başka zamana bırakalım.
Biz hemen günümüzün de içinde yaşandığı döneme gelelim.
Ama öncesinde bir alt tespitimizi de yapalım…
Hani annelerimiz, teyzelerimiz ve de amcalarımız sabah akşam diziler izliyorlar ya; işte o, genetik bir olaydır.

İnsan zihni, mağara dönemlerinden bu yana, başına gelebilecek türlü tehlikelere karşı kendini önceden hazırlamak için, hikâyelere kulak kabartması gerektiğini zihnine kodlamıştır.
Artık refleksler otomatik hale gelmiştir ve televizyon dizileri insanların bu kodlanmış “hikâye dinleme gereksinimlerini” karşılamaktadırlar. Dizilere bu rağbet ondandır.

Dönelim son döneme…
Son 20-30 yılda bir mafya hikâyeleri dönemi yaşamaya başladık. Derin, gizli ve yasadışı ilişkilerin oluşturduğu, karanlık ve kaos dolu hikâyeler getirilip konuldu önümüze. Şiddet ise, bu hikâyelerin ortak alt temasıydı. Birbirini kesen kesene, öldüren öldüreneydi…
Başımızı bir kaldırıp baktık ki ne görelim? her yanımızda şiddet var!..
Komplo teorileri, hesaplaşmalar, güç savaşları ve sertlikler… Altyapı mı üstyapıyı? yoksa üstyapı mı altyapıyı belirliyor? sorularının anlamsız kaldığı bir dönem… ne fark eder efendim. İktidarından köylüsüne, herkesin içinde yuvarlandığı şiddet sarmalını tahlil etmeler filan artık o saatten sonra çok zor. Sadece hikâyeler anlatıyor halimizi..
Polat Alemdar taklidi mafya özentileri sardı etrafımızı… onlar; onların tespihleri, gözlükleri, arabaları ve yengeç yürüyüşleri…
Bu dönemde ülkede üretilen yeni hikayelerin büyük çoğunluğunda aynı temayı gözlemleyebiliyoruz.

Üzerinde uzun uzadıya yazılmaya değer bir konu ama ben artık okuyucuyu sıkmamak adına sadede gelmek istiyorum.

Bakın şuraya yazıyorum:
Şehre bir film gelecek ve bir güzel orman olacak yazılarda.
Hikâyenin gücüne ve kültürün üzerindeki doğrudan etkisine bu kadar inanıyorum. Bir gün gidişat değişecekse, bunu gerçekleştirecek olan, hikâyeler olacaktır.

Basına yansıdığı kadarıyla, Avusturya ve Fransa’da toplu taşıma duraklarına ücretsiz hikâye otomatları konuldu. Bir yolculukta okunup bitirilecek kadar kısa hikâyeler…

O hikâyelerin seçimi, aslında uygar bir ulusal kültür oluşturmak için o kadar önemli ki… etkilerini uzun vadede gözlemleyebileceğimizi düşünüyorum.
Şimdi içimize… yani, Türk toplumuna sesleniyorum..
Lütfen ama lütfen… bütün hikâyat ehlinden rica ediyorum.
Bize yeni, güzel, uygar ve hümanist hikâyeler anlatın…

Süper Baba, İkinci Bahar, Perihan Abla gibi dizilerin yeni versiyonlarına her zamankinden fazla ihtiyacımız var.
Ne yapın edin…
İster dizisini çekin, ister Youtube versiyonunu deneyin…
Ama lütfen, o YENİ güzelim hikâyeleri anlatın.

Dr. A. Erhan AYBERK

 

Dr. A. Erhan AYBERK/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com  19 Nisan 2021

Yazarın Tüm Yazıları