Kırmak Gerek Aklın Zincirlerini !
“Musallat için bir odaya gerek yok, ya da bir eve,
Kendi koridorları var beynin, emsalsiz, sahici…
Derinlerimizde gizlenmiş kendimiz ürkütmeli bizleri en çok,
İçimizde gizlenmiş katiller dururken başka korkuya gerek yok.”
Emily Dickinson
Sıkıldığım ve kendimden kurtulup düşüncelerimi bana ait olmayan başka yaşamlara yönlendirmek istediğim bir akşam Netflix’te bulduğum Alias Grace adlı diziden bahsetmek istiyorum.
Geç fark ettim fakat hiç seyretmemek büyük kayıp olurdu bu yüzden geç kalmışlığımın üzerinde durmuyorum. Kişiye göre değişir elbette; Ben hep gerçek olaylar ve dolayısıyla gerçek kişilerden esinlenerek yazılan kitapları okumayı, perdeye aktarılan filmleri seyretmeyi seviyorum. Hayatın içinden gerçek kişilerin yaşadıklarını mercek altına almak kendimi de mercek altına almamı sağlıyor.
İnsana dair her şey ilgimi çekiyor.
“Kırmak Gerek Aklın Zincirlerini” !
İnsanın sahip olduğu sonsuz derinlik, dibi bucağı olmayan karanlık hep kafamı meşgul etmiştir. Hani deriz ya; insandan her şeyi beklerim.
Bu biraz anlatacaklarımın kabaca özeti gibi. Margaret Atwood romanından uyarlanan bu altı bölümlük mini dizi beni derinlere çekti, bundan çok zevk aldım. Kendimce çıkarımlar yaptım ve paylaşmak istiyorum.
Her şeyden önce bu bir kadının hikayesi olduğu için beni daha hassas yerlerden yakaladı.
1843 yılında iki kişiyi öldürmekten yargılanan Grace Marks bu sırada henüz on altı yaşında. Hayatını kilisenin bir rapor yazmasını istediği doktor Simon Jordan’a anlatmaya başladığında on beş senedir Kingston Cezaevinde yatmakta. Bir dönem tımarhaneye yatırılmış ağır işkenceler görmüş. Doktor’un yazacağı rapor affedilmesini sağlayabilecek. Suçlamaların gerçek olması ihtimali varken karşısındaki kadının anlattıklarını dinleyerek ona aşık olan doktor ironi yaşatıyor ve aslında bizi cevabını bildiğimiz başka yerlere çağırıyor. Neye göre ve kime göre suçlu? Bireyin karanlık olan yanı bir başkasının başını döndürebilir mi?
Bin sekiz yüzlü yıllarda kadınların maruz kaldığı bir takım zorlukların günümüzde hala geçerli olduğu konusu var bir de. İrlandalı bir göçmen olan Grace Marks’ın hayatı gemiyle Kanada’ya göç ederken annesini kaybettikten sonra babası tarafından cinsel istismara uğramasıyla dramatik bir başlangıca sahip. Erkek egemen Dünya’yla acı bir tokalaşma oluyor bu. Zira devamında en sevdiği arkadaşı Marry Whitney’i yine bir erkek yüzünden kaybediyor ve bu olay da hayatının önemli kilometre taşlarından birini oluşturuyor. Katil zanlısı olarak yargılandığı davada aynı ölen arkadaşı Marry Whitney gibi evin beyinden hamile kalmış fakat bu kez cezalandırılmayan bir başka hizmetçi kadının ve evin beyinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyor.
Özellikle o yıllarda toplumun dayattığı sınıf farkının Grace’in kanına işlemiş olması, arkadaşı Marry Whitney’in ölümünün üzerinde yarattığı haksızlık duygusu, erkeklerin yalanlarla kadınları nasılda kullandıkları gibi şeyler kahramanımızın ruhunun derinliklerinde hapsolmuş. Bu halin onu aslında her türlü kötülüğü yapabilecek bir insana dönüştürmüş olması pek şaşkınlık yaratmaz.
Fakat bu durum ispatlanmadığı sürece gerçek olarak kabul de edilemez.
Bizi tam ortada bir yerde bırakıyor senaryo.
Baş karakter Grace Marks oldukça zeki, sorgulayan ve naif bir kadın. Diğer yandan iki kişiyi öldürmüş olma ihtimali yüksek. İşte tam burada şunu düşündüm; Bu kadın bir kader kurbanı olabilir, gereğinden fazla naif olduğu için kendini bu cinayetin içinde bulmuş olabilir. Suç ortağı olduğu ileri sürülen adam çoktan asılmıştır, asılırken son sözleri de Grace’in onu azmettirdiği olmuştur. Grace Marks’ın anlattıklarıyla ise bir sonuca varılamamıştır.
Bir insan tamamen iyi ya da tamamen kötü olabilir mi?
Cevap elbette hayır!
Grace hayat hikayesini anlattıkça geriye dönük anlık görüntülerle bazı yerlerde doğruyu söylemediğine tanıklık ediyoruz. Diğer yandan verdiği ayrıntılar, hayata bakışı, ayaklarını yere sağlam basıyor olması ve güzelliğiyle hem izleyenin hem de doktorun başını döndürüyor. Sonuna kadar cevabı bulamamak… İşte kendi hikayesini anlatan bu kadının katman katman içini açıp bakmak isteği uyandırıyor kişide.
İnsan öyle bir varlık ki sınırları yok, ucu bucağı yok. Herkesin her şeyi yapma potansiyeli var. Kadın ya da erkek ayrımı yapmadan içinde oluşması muhtemel her hangi bir duygunun öngörülebilmesi bence pek mümkün değil. Çok naif görünen biri acımasız da olabilir. Burada önemli olan şartlar ve her insanın sahip olduğu kapasite. Daha ileri götürüp Yunan filozof ve Platon’un kardeşi Glaukon’un fikrini buraya bırakabilirim; Kendisi insanın kendi isteğiyle değil zorlanarak doğru olduğunu düşünmektedir. Platon’a göre ise; “Haksızlık etmek fırsatı bulan herkes haksızlık eder. Doğruluksa, doğruya hiçbir kar sağlamaz.”
Platon aslında insanın çoğu zaman kötülüğe meyilli olduğunu söylemektedir. Öğrencisi Aristoteles ise kişinin kendi içindeki iyiliği bulmasının asıl amaç olduğunu ve isterse bunu yapabileceğini söylüyor.
İnsan çok karmaşık bir varlık.
Özünde ne varsa odur denebilir. Yani kötüyse hep kötüdür veya iyi ise kötülük yapamaz gibi. Bu durumda ise karmaşık yapısına ters düşer bu iki fikir. Genç bir kadının hayatını en baştan itibaren anlattığı bu romandan uyarlanmış dizide, o her şeyin mümkün olabileceği gerçeğiyle karşılaştım bir kez daha. Bu kadın ya iyi biriydi, fakat kötü bir şey yapması için şartlar oluşmuştu… Veya iyi biriydi bu yüzden hiç suçu olmadığı halde kendisini cinayete ortak olmuş durumuna düşürmüştü. Ya da kötüydü fakat kendisini masum gösterip içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalışıyordu.
Grace Marks örneğiyle ele aldığım durum insan ruhunun derinlikleri konusu, düşünmek ve fikir yürütmek için oldukça geniş ve sonsuz tartışma ortamı doğuruyor.
Tam da buraya Platon’un “Devlet” adlı eserinde geçen aşağıdaki öyküyü bırakıyorum;
Gyges, Lidya kralının hizmetinde bir çobandır. Günün birinde bir kasırga veya deprem yüzünden yer çatlar ve hayvanların otladığı yerde derin bir yarık açılır. Bu yarığın içine inen çoban, orada içi oyuk, üstü delik deşik, tunçtan bir at bulur. Eğilip atın içine baktığında orada insan boyundan büyük, parmağındaki altın bir yüzük olan ölü görür. Bu yüzüğü alıp yukarı çıkar. Çobanlar ay sonunda krala hesap vermek için toplanırlarmış. Gyges toplantıya bu yüzükle gelir. Otururken yüzüğün taşını farkına varmadan avucunun içine çevirir. Bunu yapar yapmaz da görünmez olur. Kendisi de dâhil, orada bulunan herkes şaşakalır. Yüzükle oynarken taşı çevirince yine görünür olur. Böylece Gyges, yüzüğün tılsımını keşfeder; Yüzüğün taşını içeri çevirince görünmez oluyor, düzeltince görünür. Bunun üzerine görünmez olarak saraya girer, sarayda kraliçeyi baştan çıkartır, onun yardımıyla kralı öldürüp yerine geçer.
Burada sorulması gereken böyle bir yüzüğe sahip olsak ahlaklı olmaya devam eder miydik sorusu. Ahlaklı olmak görünmezlik gibi bir güçle gerekli olmaktan çıksaydı ne yapardık? Kanımca çoğunluk kralın çobanı gibi davranırdı. Yine Platon’a göre ki biraz düşünürsek buluruz; Çoban kral olsa da mutlu olamamıştır. Çünkü adalesiz davranmıştır, böyle davranan kişi mutsuz olacağını bilir. Paylaştığım bu öykü bir mit, Amerika’lı yazar ve mitolojist Joseph Campbell; “Mitler insandaki ruhani potansiyelin metaforlarıdır”diyor.
Şimdi adaletli davranmaktan hareketle; Grace Marks veya suçu kanıtlanmış ya da kanıtlanmamış, fakat suçlanmakta olan birinin… Bunu mikro ölçekte ele alırsak; etrafımızda bir sebepten dolayı suçladığımız herhangi birinin gerçekten suçlu ya da suçsuz olduğuna karar verdiğimiz o anın ucunun çok açık olduğunu düşünmeliyiz belki.
Bir çıkmaza mı sokuyor bu duygu?
Siyah ya da beyazı seçmek daha kolay mı geliyor?
Oysa hepimizin karanlık yönleri var. Burada çobanın bulduğu yüzüğün elimize geçtiği durumda ne yapacağımızın cevabını kendimize dürüstçe verebiliyorsak yargıyı da infazı da yapabiliriz.
Grace Marks’a dönecek olursak; Hayatın dayatarak onu getirdiği yerde ne suçluluğu ne de suçsuzluğu kanıtlanamamıştır. Can almanın haklı bir sebebi olamaz elbette. Suçluysa ve cezasını yeterince çekmediyse bu bir adaletsizliktir. Suçsuzsa ve bunca işkenceyi boşuna çektiyse bu da bir adaletsizliktir. Bu gibi örnekleri ülkemizde ve tüm Dünya’da görmekteyiz.
İnsanın uçsuz bucaksız derinliğini ve kendimizin de bir insan olduğumuz gerçeğini unutmadan yaşamayı başarabilirsek adaletli davranmamız daha yüksek bir olasılık. İlk önce Margaret Atwood’un “Nam-ı Diğer Grace” adlı romanında kadının ”melek” ve “şeytan” algısıyla inceden dalga geçişini okuyun, sonra da diziyi seyredin derim.
Her şeyin başı bu kez adalet!
Hüma SEVİM
humasevim02@gmail.com
HümaSEVİM/kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 31 Ocak 2021