Yalnız Seni Arıyorum

0

Yalnız Seni Arıyorum.

Dijital iletişim bizi onlardan keskin bir bıçak gibi ayırmış olsa da belleklerimizdeki yerini ve duygusunu hâlâ koruduğunu düşünüyorum mektupların.

O ölümcül ayrılığa kadar hiçbir ev yoktur ki çeşitli sebeplerden dolayı mektup girmemiş olsun.

Arkadaş mektubu değilse, asker mektubu girmiştir. Aşk mektubu değilse mahpus mektubu girmiştir. Hayran mektubu değilse gurbetçi mektubu girmiştir.

Bulunulan çevrenin sosyo ekonomik durumuna göre birinden biri illaki çalmıştır her evin kapısını.

Özellikle kırsal bölgelerde kitap girmeyen ev çoktur ama mektup girmeyen ev yok gibidir. Kitap lükstür çünkü, mektupsa ihtiyaç, en fakirin evine dahi bir yolunu bulup mutlaka girmiştir.

Sanırım bendeki yerinin de ayrı olmasının sebebi budur. Çocukluğumun geçtiği yerde, kitaplardan bahseden hiç kimseye rastlamamışımdır ama girip çıktığım her evde, her yaştan ve cinsiyetten insanın mektup muhabbeti yaptığına şahit olmuşumdur.

Ya oğlundan gelmiş bir mektubu gözyaşları içinde herkese okuyan bir asker annesi olmuştur bu…

Ya gurbetteki ailesine yazdığı mektubun arkasına ilk çocuğunun el ve ayak izini çizmeye çalışan taze bir gelin…

Ya postaya verilmeksizin, birileri aracılığı ile gizlice gönderilen aşk mektubunu nereye saklayacağını kara kara düşünen genç bir kız..

Ya da asker arkadaşından yıllar sonra gelen mektubu eşine ve çocuklarına gururla okuyan olgun bir baba.

Hepsi ayrı ve uzun birer yazı konusu olur ama bu yazının konusu içlerinden sadece biri olacak.

Benim çok heves edip de bir türlü kapımı çalmayan mektuplar olacak.

Aşk mektupları olacak…

Mektup aşkları mı deseydim yoksa..?

En iyisi buna yazının sonunda birlikte karar vermek.

Okuduğum mektup kitaplarından bol bol alıntılar yapacağım çünkü.

Şu anda Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a yazdığı mektupları okuyorum, ilk ve en uzun alıntıyı da ondan yapmak için sabırsızlanıyorum, sonrakileri daha kısa tutmaya çalışacağım.

Yalnız Seni Arıyorum…

*”Orhan Veli tamam da Nahit Hanım kimdir?” derseniz, “Orhan Veli’nin 36 yıllık ömrünün en büyük sevdası” denebilir. Sanat ve edebiyat ortamlarında ”Nahit Hanım” diye bilinen Nahit Gelenbevir, Ankara ve İstanbul’ da öğretmenlikle geçirmiş ömrünü (1909-2002). Eğitimci Halil Vedat Fıratlı ve şair Arif Damar ile evlilikler yaşamış. Çocuğu olmamış ama Samet Ağaoğlu “Rönesans gibi kadın”, Cemal Süreya ise “Cumhuriyet dönemi küçük burjuva duyarlığının anası” diye söz etmiş ondan. Nihayet dönüp baktığımızda, edebiyat mahfillerinde “Orhan Veli’nin sevgilisi” diye ünlenmesinin yanı sıra 1930’lardan 1990’1ara, tam altmış yıl boyunca evini bir sanat albümüne çevirmiş; hakkında şiirler (Sabahattin Ali, Orhan Veli, Arif Damar, Gülten Akın) ve yazılar yazılmış; Atatürk’le üç defa dans etmiş bir hanımefendi portresi ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Nahit,

Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum. Bir müddet de böylesine tahammül edeyim. Bu bir türlü düzelmeyen bedbin hava, biliyorum, seni artık bıktırdı. Ama ne yapayım. Değişemiyorum. Bu zayıf irade ile hayattan zevk alabilmek ancak mucizelerle kabil olacak. Ben askeriken bir mektup yazmıştın. Orada “Mucizeler beklemeye hakkımız yok mu?” diyordun. Zaten kala kala bir o hakkımız kaldı galiba. Bu üzüntülerden yorulur da belki günün birinde isyan eder, böyle bir mucizeyi kolaylaştırabiliriz. Bu mektubumu aldığın vakit her halde cevap ver Nahit. Birkaç şey olsun söyle. İstersen bana darıl. Eskisi gibi sitemlerde bulun. Sesini duymuş gibi olayım. Senden cevap almadıkça hiçbir şey yazmayacağım. Daha doğrusu yazamayacağım. Çünki içimdekilerden başka hayatım yok. Ne anlatayım. Biliyorsun, bir seneden beri şiir yazmıyorum. Son günlerde bir tane yazdım. Sana onu da gönderiyorum. Fakat bunu okurken halime raptetmeye kalkma. Şiir şu:

Adını henüz koymadım.

Garibim

Ne bir güzel var avutacak gönlümü

Bu şehirde,

Ne de bir tanıdık çehre;

Bir tren sesi duymaya göreyim,

İki gözüm,

İki çeşme.

Söylediğim gibi, mektubunu bekliyorum Nahit. Sevgi ile gözlerinden öperim.

Orhan Veli

Bu tür mektupları okumayı sevmemin ilk nedeni yazarın bir merdivenden karanlık bir dehlize iner gibi içini katman katman açmasıysa karşısındakine, ikinci nedeni de onun iç dünyasının eserleriyle kesiştiği noktaları yakalamaktır. Orhan Veli’nin mektubunda bahsettiği, tek başına hayattan tat alamayacak kadar bedbin, zayıf ve iradesiz oluşu adsız şiirinde de apaçık görülebilmektedir. Şiire tren sesi olarak yansıyan da Nahit Hanım’dan gelecek mektubu okurken duymuş gibi olacağı sesidir onun ve o sesi duyar duymaz iki gözü iki çeşme ağlayacaktır. Bu tür mektuplar, yardımcı ders kitapları gibidirler. Bir projektör misali  yazarların eserleri üzerine tutulduklarında aydınlatırlar metni.

(*Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum, Nahit Hanım’a Mektuplar)

On Üç Günün Mektupları…

*‘’Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrediğimi?
Geldiğimi?
Gittiğimi?
Hadi!’’

Cemal Süreya’nın ikinci eşi Zuhal Tekkanat hastalanır. Ameliyat olması gerekmektedir. Hastaneye yatırılır. On üç gün kalacaktır. Cemal Süreya elinden gelen en iyi şeyi daha da iyi yapacak ve içini o güne kadar açmadığı ölçüde açacaktır sevdiği kadına. Bu biraz da onu göğsünün içine alıp iyileştirme isteğidir bana göre. Hastanede olduğunu unutturup sevdiği adamın koynundaymış gibi hissettirme çabasıdır. Hastalığına üzülmemesi için her gün bir mektup yazacaktır sevdiği kadına. Doktorlar moralinin yüksek tutulması gerektiğini söylemişlerdir. Felç olma riskiyle karşı karşıyadır çünkü Zuhal Tekkanat.

Öyle uzun alıntılara gerek bırakmaz Cemal Süreya, şu üç kısacık ve yalın cümlesiyle, hikâyesini de biliyorsanız hele, sonunu getirinceye kadar burnunuzun direğini sızlatıp gözlerinizi dolduruverir.

**“Sevmek ne uzun kelime! Derin deniz mavisi. Ne zaman geleceksin?’’

Her bir mektup, her bir cümle manevi kuvveti yüksek birer ilaç gibidir. Ameliyat ve iyileşme süreci tahmin edilenden daha risksiz geçer ve on üç günün sonunda iyileşir Zuhal Tekkanat. Cemal Süreya ile birlikte evlerine dönerler. Ve yayınlatmaya karar verirler bu şiirsel mektupları. Kitabın adını da Zuhal Tekkanat koyar: On Üç Günün Mektupları.

İnsan bir şair dahi olsa daha öteleri daima vardır içe doğru genişlemenin ve açılmanın. Bu mektuplar, hem bir şair olarak hem de bir insan olarak Cemal Süreya’nın kendi içine doğru büyümesine de sebep olmuştur.

(*/** Cemal Süreya, On Üç Günün Mektupları)

Leylim Leylim…

Ekmekten, aştan, şiirden, aşktan ve dahi puştluktan  konuşmak için bir araya geldikleri bir dost meclisinde, “Ekselans” diye hitap ettiği kadim dostu; “Ağabey, senin şiirlerin kavga şiirleri eyvallah ancak onlardaki o derin aşk sadece mücadele aşkı olmamalı, birileri mutlaka olmuştur, Aynur Abla’yla tanışmadan, onunla evlenmeden önce yazdığına göre o şiirleri, o aşkın bir veya birkaç kahramanı olmalı, geçekten de var mı böyle birileri?” diye sorar Ahmed Arif’e.

Dört yanını saran dost yüzlü, dost gülücüklü puşt zulasından otuz beş yıl boyunca sakladığı sırrını, ertesi gün hastalanıp beş gün sonra öleceğini biliyormuş gibi emanet eder dostuna.

“Var Ekselans, ama sırrımız olacak! O şiirlerin önemli bir kısmını Leyla Erbil’e yazdım.”

Yirmi iki yıl boyunca bu kutsal emaneti neredeyse kendinden bile saklar Ekselans. Leyla Erbil, mektupla süren bu gizli ilişkinin dostluk sınırından öteye geçmesine izin vermemiştir. Mektuplar, Arif’in oğlu ve Leyla Erbil’in isteğiyle her ikisinin de ölümünden sonra Leylim Leylim adıyla kitap haline getirilebilir ve ancak o zaman ifşa olur Ahmed Arif’in şiirlerindeki derin aşkın karşılıksız muhatabı.

*”Leylim Canım,

Bir dostluk ve sevi peygamberi gibi, içimde ölünceye sönmeyecek bir ateş yaktın.”

”Gözlerimi öptüğün bir gerçek mi? Onların dudaklarına lâyık olması için, ne yapayım bilmem ki, korkunç azaptayım. Öylesine, hülya, kutsal ve uzaksın ki… Allah kahretsin beni.”

“Bu memlekette, edebiyat adıyla yenen bokların, işlenen fikir cinayetlerinin hesabını mutlaka sorucaz.”

“Bazıları öyledir, okumazlar, ciddi düşünmezler. Gene de aydın olmaktan vazgeçmezler. Hatta aydın kişi oldukları için kendilerinde mutlu bir baht, gizli de olsa müstesnalık bulurlar. Bu, bir toplum derdidir.”

Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e amansız bir hasretle seslendiği bu mektuplar salt aşk mektubu olmaktan ötedir. Onun, neyin savaşını verdiğini, neye öfkelenip neyi yücelttiğini de açıkça görürüz bu mektuplarda. Çağdaşları ile olan ilişkilerini ve bu ilişkilerde uğradığı haksızlıklar karşısında yaşadığı hüsranları da. Topluma bir hastalık gibi yayılan, puştluk diye tanımladığı çürümeyi edebiyat dünyası üzerinden ustaca yansıtmayı başarıyor bu kişisel gibi görünen yoğun sosyal içerikli mektuplarda.

(*Ahmed Arif, Leylim Leylim)

Piraye’ye Mektuplar…

Nazım ile tanıştıklarında evli ve iki çocuklu, 24 yaşında genç bir kadındır Piraye. Yurtdışında konserler vermeye giden kocası Vedat Örfi’nin yolunu gözlemektedir o sıra. Nazım ise çocukluk arkadaşı olan ilk eşi Nüzhet Hanım ile ailesinin baskısı nedeniyle ayrılmıştır. Moskova’dan İstanbul’a henüz dönmüştür. Kardeşi Samiye Hanım’ın yakın arkadaşı olan kızıl saçlı, beyaz tenli Piraye’yi görür görmez âşık olur. Uzun bir süre Nazım’la karşılaşmamak için onun olduğu ortamlarda bulunmaktan kaçınan Piraye, Nazım’ın yazdıklarıyla aklını karıştırmasına engel olamaz. Çok geçmeden kendisine seslenen bu duygu ve tutku dolu şiirlerin etkisine girmeye başlar.

Ve 1932 yılında evlenmeye karar verirler. Piraye’nin eşinden boşanmasını beklemeden bir köşke yerleşip birlikte yaşamaya başlarlar. Piraye’nin boşanmamış olması gibi çektikleri para sıkıntısı da mutluluklarına engel olmaz. 13 Eylül’de, güz ışığının sadece onlar için parladığı bir günde gerçekleşir bekledikleri boşanma. O günden itibaren sarı sıcak bir huzur da dahil olur mutlu yuvalarına. Aşkın olduğu yerde mutluluk ve huzur parlayıp sönen bir ateş böceğidir oysa. Onlar için de öyle olur. Nazım Hikmet’in ‘Gece Gelen Telgraf’ isimli kitabı için toplatma kararı çıkar önce, Çok geçmeden de tutuklanır. İlk mektuplarını bir buçuk yıl sürecek olan bu mahpusluk sürecinde yazar Piraye’ye.

*“Ben içerdeyim işte. Yalnızım. Seni düşünüyorum. Seni nasıl iyi, nasıl harikulade düşünüyorum bilsen!”(2 Temmuz 1933)

”Hapisane müdürü geçen gün bana, ‘Evli misiniz?’ diye sordu. Ben de ‘Nişanlıyım.’ dedim. Nişanlım benim! Yüzüğünü kalbimde taşıdığım, kalbime geçirdiğim sevgili! Sana öyle hasretim ki…Seni, seni, seni ve Memet oğlumuzu doya doya kucaklarım!”(5 Temmuz 1933)

”Nişanlı! Artık her gece mi her gece rüyalarıma giriyorsun. Rüyalarımın içinden kızıl ışıklı başın kocaman bir güneş yığını gibi akıp geçiyor. Ve ben her sabah içim aydınlık ve sevinçle dolu olarak uyanıyorum! Ve sanma ki uyandıktan sonra demir parmaklıklı taş duvarlı hakikatla karşılaşınca birdenbire ayılıyorum? Hayır. Rüyam bazen öğle sıcakları basıncaya kadar içimde renkleri ve sesleriyle yaşıyor…Seni ne seviyormuşum meğer!”(18 Temmuz 1933)

Hapishaneden çıktıktan altı ay sonra gizlice evlenip İstanbul’a yerleşirler.

Piraye çocukları Mehmet ve Suzan’ı büyütürken Nazım da bir yandan İpek Film Stüdyosu’nda çalışır, bir yandan da gazetelerde yazılar yazar. Kusursuz olmasa da aile ve iş düzenlerini oturtmuşlardır artık. 17 Ocak 1938 senesinde bir gece yarısı kapıları polisler tarafından çalınır. Nazım apar topar Ankara’ya götürülür. Suçu komünizm propangandası yapmaktır.15 yıl ceza alır. Cezası yargıtay tarafından da resmen onanır. On iki yıl sürecek olan yeni bir mektuplaşma sürecine daha başlarlar böylece.

**”Güneşte
denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun
Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine”(1938 – 13 ikinciteşrin İstanbul Tevkifhanesi)

”Biriciğim,

Üç gecedir rüyamdasın. Acaba ben senin hiç rüyana giriyor muyum? Girsem herhalde duyardım. Bu kadar güzel bir gezinti yapıp farkında olmamam kabil değil. Ne fena, demek, ben senin rüyana hiç girmiyorum. Çok bedbahtım, karıcığım.

Öyle çok şey söylemek istiyorum ki hepsini hemen söylemek için acelemden yazım berbat. Sen bile okuyamayacaksın diye ödüm patlıyor.

Ne zaman kavuşacağız? Bir masanın etrafında oturacağız. Bir yatakta yatacağız, yan yana dolaşacağız. Ben sana güzel yemekler pişirip, harikulade romanları ne zaman yazacağım. Artık çıkar beni burdan, karıcığım.”(26 Ocak 1939)

”Sana yine Aragon’dan dört satır çevireyim:

‘Yalnız seninim, yalnız seninim, ayaklarının izlerine ve gömüldüğün yere ve kaybolan terliklerine,  yahut mendiline tapınıyorum. Hadi uyu, uyu benim çekingen çocuğum, ben başucunda bekleyeceğim, vaadediyorum.’

Karar verdim, şu Manzaralar bitince, romana başlamadan önce, en aşağı kırk şiirden ibaret ve sırf seni anlatan, seni nasıl sevdiğimi anlatan bir kitap yazacağım ve dünyaya nasıl sevilirmiş ve bu sevgi nasıl yazılırmış göstereceğim. İsmini de ‘Kırklar’ koyacağım.”(Tarihsiz)

Bunca çekilmiş çile ve hasretten sonra, bunca yazılmış mektup ve edilmiş vaadden sonra bu aşkın nasıl bittiğini yazmaya gönlüm elvermiyor elbette. Onu da aşkların olduğu kadar ayrılıkların da pîri olan Nazım’a bırakıyorum.

***“Piraye

Aramızdaki münasebetlerden birisi olan fakat zaten bilfiil çoktandır mevcut bulunmayan ve daha senelerce de mevcut olamayacağı anlaşılan karı kocalık münasebetimizi, kadın erkek münasebetimizi tasviye etmemiz, kesmemiz gerekiyor. Bunun icap ettiğini uzun muhakemelerden nefsimle yaptığım işkenceli müsahabelerden sonra anladım. Ve sana bir gün bile fazla yalan söylememek için bu münasebetin artık kesilmesi gerektiğini işte hemen yazıyorum. Sen yine benim en yakın insanımsın. En yakın dostum ve arkadaşımsın. Çocukların çocuklarımdır. Bu tarafımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyorum. Fakat artık karı kocalığımız devam edemez. Bu bağımızı bağlarımızdan ancak bir tanesi olan bu münasebetimizi kesmemiz lazım geliyor. Sana yolladığım bu mektupla beraber ben karı koca münasebetimizin kesilmesi için gereken yerlere müracaatımı da yapmış bulunacağım.

Bütün bu olan biten şeye rağmen yakın iki insan olarak kalacağımızı biliyorum. Benim başım sıkıştığı zaman hapiste olayım, dışarıda olayım yine sana koşacağım. Sen de öyle bana koşacaksın. Ömrümün en güzel senelerini, en iyi eserlerini sana borçluyum. Onlar manen ve maddeten senindir. Şimdilik Allah’a ısmarladık. Beni affet bile demiyorum. Her şeye rağmen beni herkesten ziyade anlayacak olan insanın yine sen olduğuna eminim. Ellerinden öperim.”

Nazım Hikmet Piraye’ye 1933’ten 1950’ye kadar, 17 yıl boyunca çeşitli cezaevlerinden mektuplar yazdı. Piraye bu mektupları Nazım’ın ceviz ağacından yaptığı küçük bir tahta bavulda sakladı. Bunlar 1998 yılında Memet Fuat tarafından derlenerek Nazım’dan Piraye’ye Mektuplar adıyla yayınlandı.

Nazım, şiirleriyle olduğu gibi mektuplarıyla da, hayal gücünün hayat gücü olduğunu, insana  duyulan sevdanın vatana duyulan sevda ile çok da farklı olmadığını, tutkuyla yaşayan insanlar için aşkın olduğu her yerde özgürlüğün de mutlaka var olduğunu bir kez daha gösteriyor biz okurlarına.

Ve bir de bir şairin ya da yazarın nasıl yaşarsa öyle yazacağını..

(*/**/***/Nazım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar)

Hülya Bilge GÜLTEKİN

 

Hülya Bilge GÜLTEKİN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 09 Mayıs 2021

Video Editing: Oğuz HAKSEVER