1950’li yıllardan 1960’ların başlarına kadar geçen ilk gençlik yıllarımda, Boğaziçi’nin ünlü akıntılarının olduğu belirli sahillerde ellerindeki kırmızı veya yeşil bayrakları sallayan adamlar görürdüm…Peki kimlerdi bu insanlar? Neden gündüzleri belli saatlerde ellerindeki kırmızı-yeşil bayrakları, keza geceleri de belli zamanlarda ellerindeki kırmızı – yeşil ışık veren fenerleri sallarlardı?..

Kandilli Edip Efendi Yalısı’nın önündeki sahilde ve Rumelihisarı’nda kalenin önünde, Arnavutköy Akıntı Burnu’nun tam da burnunda ve daha birçok Boğaz köşesinde bayrak sallayan adamları görürdük…Bunlara işaretçiler de denilirdi…
Önce Kandilli Akıntı Burnunda çalışmalarıyla ilgi çeken “bayrakçılar”‘dan söz edeceğim…
Bu bayrakçılar, Kandilli Akıntı Burnunu, geniş cephesiyle kapsayan Edip Efendi Yalısı’nın önündeki rıhtım boyunca çalışırlardı…

Akıntı Burnunun her iki yönünden kıyıya yakın geçen deniz taşıtları burnu geçinceye kadar birbirlerini görmezler. Bu nedenle bayrakçı ya da işaretçiler burada bulunurlar. Şehir Hatları işletmesi kadrosunda ikişer kişiden iki ekip halinde çalışan bu işaretçilerin görevi, tarifedeki saatlerde iskeleye yanaşacak veya ayrılacak olan Şehir Hatları vapurlarının Akıntı Burunu kıyısında birbirleriyle ya da başka deniz araçlarına çarpmadan, güvenlikle geçmelerini sağlamaktı…
Bayrakçılar yalnız Şehir Hatları gemileriyle tarifedeki saatlerde meşgul olurlar, bu saatlerin dışında kıyıdan geçen vasıtalarla ilgilenmezlerdi…
Bayrakçılar, çalışmalarında gündüz için sopalı birer yeşil ve kırmızı renk bayrak, geceleri ise birer yeşil ve kırmızı renk fener kullanırlardı…
Bayrakçıların buradaki çalışmaları aşağıda özetlediğim sistematiğe göre olurdu;
A – Yukarıdan gelerek iskeleye yanaşmış bulunan Şehir Hatları vapuru, iskeleden ayrılacağı vakit düdük çalar, iskele memuru da düdük çalar, çımacı halatı çözerdi;

B – Tam bu sırada yukarıdaki işaretçi aşağıdakine “vapur kalkıyor” diye bağırırdı;
C – Aşağıdaki işaretçi aşağıdan yukarıya gelen bir vasıta yoksa yeşil bayrak çekerek “koyuver” diye bağırırdı;
D – Bunun üzerine yukarıdaki işaretçi yeşil bayrak çekerek vapurun iskeleden ayrılıp aşağıya doğru güvenle geçmesini sağlardı…
E – Eğer aşağıdan yukarıya çıkan bir vasıta varsa aşağıdaki işaretçi yukarıdakine “kapalı tut” diye bağırır; bunun üzerine yukarıdaki kırmızı bayrak çekerek vapurun iskelede beklemesini sağlar, aşağıdan gelen vasıta da aşağıdakinin yeşil bayrak çekmesiyle yukarıya geçtikten sonra (C) ve (D) maddesindeki işlemler yapılarak iskeledeki vapurun aşağıya güvenle geçmesini sağlanırdı…
F – Aşağıdan gelen bir Şehir Hatları vapuru olursa ona göre işaret verirlerdi…
G- Geceleri de ayni işlemler kırmızı veya yeşil fenerlerle yapılırdı…
Bayrakçılardan en kıdemli olanı çoğunlukla Marmara tarafında dururdu. Çünkü o yönden gelen deniz araçlarının durumunun daha tehlikeli olduğu bilinirdi…
Kandilli Burnu, kış mevsiminde çok sert rüzgarlı ve soğuk olduğundan bayrakçıların burada çalışmaları oldukça zordu…
(Bu bilgiler orada çalışan bayrakçılardan Mustafa Kara ile Hasan Pazarlı Ramazan Nikbay ve İbrahim Karahan’dan sağlanmıştır.)
Kaynak: Kandili’de Tarih, Yazarı M. Celalettin Atasoy, Türkiye Turing Ve Otomobil Kurumu Yayınları, 1982

BOĞAZİÇİ’NDEN YOK OLAN GÖRÜNTÜLER – ARNAVUTKÖY AKINTIBURNU’NDAKİ BAYRAKÇI
1950’lerde Arnavutköy Akıntıburnu’nda elinde kırmızı ve yeşil bayraklar olan bir nöbetçi durur, Arnavutköy İskelesinden kalkan vapurlara yol verirdi. Çapa resmi olan ışıklı tabela da o noktadan denizin altından elektrik hattının geçtiğini ve demir atılmaması gerektiğini ifade ederdi.

ARNAVUTKÖY’DEN YETİŞEN BİR KÜREKÇİNİN ANILARI…
“…1952 yılındayız. Okul zamanı yaklaşıyordu. Arnavutköy tarafımızdaki komşu yalının rıhtımında yolu gören en uç köşeye gidip parmaklıkların üstüne oturup balık yakalarken kısa süre sonra bu rahatlığın biteceğini düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Orada oturup oltaya vuracak olan izmaritleri beklerken yoldan geçen okul üniformalı çocukları seyredip buna pek de hevesli olmadığıma karar vermiştim çünkü dikkatimi çeken önemli bir şey vardı: ‘Okula giden çocukların suratı hep asık oluyordu.’ Ancak zil çalıp ders bittiğinde okuldan çıkınca gülmeye ve eğlenmeye başlıyorlardı. Bu işte bir numara vardı. Galiba okul sıkıcıydı…
Ama pek öyle korktuğum gibi olmadı. Okul ilk yıllarında beni çok zorlamamıştı. Hava uygun olduğu hemen her gün balık tutmaya devam ettim. Dersler çok az zamanımı alıyordu. Sadece havalar bozduğu zaman dışarı çıkamıyordum. O günlerde de evin alt katında eskiden mutfak olan odada babamın kurduğu küçük marangozhanede kendime tahtadan kayıklar yapıyordum. Babamın Çemberlitaş – Tavukpazarı’ndaki bıçkıhanesindeki ustalardan öğrendiğim gibi iskarpela ve çekiçle tahtaları oymayı ve şekil vermeyi öğrenmiştim. Boğazda havanın bozması ürkütücü ve tehlikelidir. Bunu senelerce denizin kıyısında suyun gücünü yakından tanıyarak öğrendim. Çok sonraları denizle boğuşacak yaşa geldiğimde küçücük sandalımda kürekle akıntıya ve rüzgara karşı direnerek sakinleşirdim. Bunu biraz da biriken enerjimi harcamak için kullanıyordum herhalde. Arnavutköy’e, Akıntıburnu’na gelip kıyıda durup denize baktığınızda deli gibi akan ve köpüren sulardan kürek çekerek Bebeğe gitmek veya karşıya geçmek imkansız gibi gözükür ama ben bunu günlük bir iş olarak yapanların yanında büyüdüm…

Anneannemler 50’li yıllarda Vaniköy’de otururlardı. Oturdukları eve henüz telefon bağlanmamıştı. Bizim gelmemizi istedikleri zaman sabah erkenden pencerelerine kocaman beyaz bir çarşaf asarlardı. Annem bizim yalıdan bakıp o çarşafı görünce hemen beni giydirir öğleden evvel Arnavutköy iskelesinden kalkıp Vaniköy’e geçen vapura yetişirdik. Bazı günler keyfi yerindeyse ortanca halamın oğlu Şenyu ağabey bizi sandalla kürek çekerek karşıya bırakırdı. O azgın ve ürkütücü akıntıyı basit bir iş yaparmış gibi ustalıkla geçerdi. Vapurla geçtiğimiz günlerde de o sıcakta Vaniköy vapur iskelesinden eve kadar bütün yolu yürümezdik. Ferhan teyzem küçük sandalıyla gelir bizi iskeleden alır eve kürek çekerek götürürdü. Vaniköy’ün bitiminde Kandilli Burnu’na doğru sondan bir önceki yalının orta katında otururlardı. Son yalı o zamanlar mısır yağı (özü) fabrikasıydı. Hava poyraz olduğunda Vaniköy’e doğru baygın bir koku yayardı. O yapışkan koku burnuma yapışır, akşam eve döndüğümüzde bile hala rahatsız ederdi. Sonradan düşündüğümde daha iyi anlıyorum. Büyüklerim benim yeteneklerimi araştırma devrindeydiler. Özellikle büyükbabam bu konuyla çok ilgilenirdi. Bana resim yapmam için renkli kalemler verirdi. Ben en çok bir tarafı kırmızı bir tarafı lacivert olanları severdim. Ucunda silgisi olan yeşil renkli Faber kurşun kalemleri vardı. Onların boyu elle tutulamayacak kadar kısalınca kamış gibi bir şeyin içine monte eder, sonuna kadar kullanırdı. O özel pırıl pırıl cilalı sarı kamışlardan bana da vermişti. Kalemlerimi, silgimi, kalemtraşımı sakladığım çok eski zamanlardan kalma puro muhafaza etmek için yapılmış orijinal bir teneke kutum vardı. Üstünde anlamadığım bir lisanda (Fransızca) yazılar vardı. O kutuyu lise hayatımın sonuna kadar kullandım. Vaniköy’de bazen öğle yemeğinden sonra sandalla gezer veya balık tutardık. Kürekte mutlaka Ferhan teyzem olurdu. Nuran teyzem İstanbul Şehir Orkestrası’nda keman çaldığı için ellerine çok itina gösterir kürek çekmek istemezdi. Hatta yakaladığı balıkları bile Ferhan teyzeme ayıklatır, oltasına uzaktan kumandayla yem taktırtırdı. İskeleden Çengelköy’e doğru olan tarafa fazla gitmezdik. Orada köyün sakinleri tarafından “Maskara Akıntısı” diye anılan bir yer vardı. Anafor suları akıntıyı kürekle geçmek isteyen acemileri olduğu yerde döndürür, sağa sola savurur, kıyıdaki yalılardan seyredenlere tam anlamıyla maskara ederdi. Ferhan teyzem esaslı bir kürekçiydi. Özellikle kuvvetli poyrazda bile dişini sıkıp küreklere asılmasını hiç unutmam. Dikkatle onu izleyip “sonuna kadar dayanabilecek mi?” diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Onu seyrederken ben yorulurdum. Belki de uygun bir ortam yakalasa iyi bir kürek yarışçısı olabilirdi. Boğaz’ın en sakin ve zamanla en az değişikliğe uğrayan semti olan Vaniköy’den daha sonraları tanışacağım Galatasaraylı kürekçilerden Ahmet Baysan, Mehmet Ayata ve daha eskilerden dişçi ağabeyimiz Füreyd Dosdoğru gibi sporcular çıkmıştı. Sporculuğunun son senelerine yetiştiğim Vaniköy’lü Ahmet bazı günler antrenmandan sonra hava kararırken Galatasaray Adası’ndan Vaniköy’e sandalıyla kürek çekerek dönerdi. Biz o saatlerde genellikle ailecek rıhtımda otururduk. Yalının önünden geçerken kibarca başıyla babama selam verirdi. Onun arkasından bakar hava karardığı zaman akıntının azgın sularından nasıl geçeceğini düşünür ürperirdim. Boğazdakiler hangi havada akıntıyla nasıl uğraşılacağını iyi bilirlerdi.

Arnavutköy’lü balıkçıların Kandilli’ye veya Çengelköy’e olta balığına kürekle gidip geldikleri çok olurdu. Gerçi onların bu işe çok uygun olarak dizayn edilmiş “Kancabaş” denilen Osmanlı zamanından kalma ince boğaz kayıkları vardı ama ihtiyar ve çelimsiz balıkçıların bile akıntıyı kürekle geçmeleri çok sık görülen gündelik bir olaydı. Oturakta hafif yanlamasına oturur, omuzlarından birini arkada bırakarak çok karakteristik çarpık bir stilde kürek çekerlerdi. Arkaya daha kolay bakmak için böyle oturduklarını ilerleyen zaman içinde öğrenmiştim. Daha sonraları ben de bazen balık tutmak, bazen sırf enerji harcamak, bazen de sandalımdaki misafirime hava atmak için akıntıyı defalarca geçtim. Kanalın ortasına çıkıp çapari yaptım. Daha yarışçılık yıllarıma çok vardı. Deniz ve kürek çok doğal bir şekilde yaşantımın bir parçası olmuştu. Yapacak başka bir şey zaten yoktu. Rüzgar, akıntı, balıklar, midyeler ve onların kokuları içimize işlemişti. Boğaz’da denizin kokusu farklıdır. Mevsimine ve rüzgarın yönüne göre değişir. Bazen hava kuzeyden hafif eserken denizin ortasında çok keskin bir karpuz kokusu duyarsınız. Balıkçılar bunun ozon kokusu olduğunu söylerler. Lodos havalarda da Marmara’dan gelen baygın bir yosun kokusu olur ama Boğaz’da benzersiz olan ve insanın tüylerini ürperten unutamadığım bir başka koku daha vardır…”
DERLEYEN: Mehmet Cemal Beşkardeş