Suriye’de Esad rejiminin çökmesinden sonra neler olacağı konusu, hala büyük bir belirsizlik içeriyor.
Bu belirsizliğin yarattığı endişeleri en büyük ölçüde yaşayan ülkelerden biri de hiç kuşkusuz Türkiye.
Çünkü -Suriye’yi hala Birleşmiş Milletler tarafından tanınan bir bütün olarak kabul edersek- bu ülke Türkiye’nin en uzun kara sınırına sahip komşusu.
Lakin bu komşuluk, iki taraflı sınır bölgelerinde yaşayan iki ülke vatandaşlarının etnik yapılarına bakıldığında, bir karmaşa da içeriyor.
Türkiye’de Suriye tarafındaki Araplarla akraba olan Arap kökenli yurttaşlarımız var.
Aynı şekilde sınırın iki tarafında yaşayan iki ülkenin Kürt vatandaşları bulunuyor
Suriye’nin Türk halkı ile akraba Türkmenleri de var.
Bunların dışında her halde her etnik gruptan mensupları bulunan ve geçmişte terör yöntemlerini pervasızca kullanan aşırı dinci örgütler söz konusu.
Suriye’nin Alevi yurttaşlarına zarar vermelerinden, kan dökmelerinden korkuluyor.
Golan tepelerini ilhak edip Şam’a çok yaklaştığı bilinen işgalci, sırtını ABD ve batılı müttefiklerine dayamış İsrail’in varlığı zaten dünya barışı için başlı başına bir tehlike.
Öyle ki, İsrail’in başbakanı, Suriye topraklarına girip işgalci askerleriyle poz vermekten kaçınmayan bir pervasızlık, uluslararası hukuk tanımazlıktan gösterisi içinde.
Komşu ülkede epeydir var olan Rus, İran ve -geçmişte Lübnan’dan rahatça gelip gidebilen- Hizbullah unsurları bölgeden tamamen ayrıldı mı yoksa bir kısmı uyuyan hücrelere mi dönüştüler, o da bir muamma!
Sonuçta, 900 kilometreden fazla uzunlukta bir ortak sınırımız bulunan ve 14 yıldır milyonlarca vatandaşı Türkiye’ye iltica eden Suriye, bütün dünyayı tehdit eden bir barut fıçısı.
Bu barut fıçısını patlatmak için hazırlık yapan terör örgütleri söz konusu. Bu terör örgütleri, kendi “küçük” egemenlik alanlarını oluşturmak için ülke bütünlüğünü tehdit ediyorlar.
Barut fıçısı patlatılırsa en çok kimlere zararı dokunur, ondan sonra artık durum eskisi gibi olur mu, belli değil.
“Eskisi gibi” durum deyince, bugünü kastediyorum. Yoksa son 14 yıllık çatışmalar dönemi de, ondan önceki baba-oğul Esat diktatörlükleri de , artık hiçbir şeyin aynı ya da benzer olmayacağı eskilerde kaldı.
Tarihin tekerleği değişik dönüyor sanki.
Komşumuz, kolay istikrara kavuşacak, bütünlüğünü sağlayacak, yıkılan bir rejimin ardından büyük toplumsal karmaşa, kargaşa ve alt üst oluşlar yaşamayacak bir görüntü arzetmiyor ne yazık ki.
X X X
Aslında büyük rejim değişikliklerinin gerçekleştiği ülkelerde, büyük kargaşaların, alt üst oluşların meydana gelmesi kaçınılmaz.
Değişimi yaşayan her ülkede bu alt üst oluşlar toplumların geçmişine, geleneklerine, teamüllerine ve beklentilerine göre birbirine hiç benzemeyen koşullarda olabiliyor.
Örneğin, Avrupa’da Sovyetler Birliği ve sosyalist blok’un dağılmasının ardından onlarca ülkede rejim değişiklikleri yaşandı.
Bu ülkelerden Romanya gibi kiminde kanlı geçiş dönemleri, kiminde Yugoslavya gibi soykırım boyutlarına ulaşan katliamların olduğu iç savaşlar oldu.
Türki cumhuriyetlerde kanlı olaylar nispeten daha azdı, ancak Gürcistan, Baltık ülkeleri gibi yerlerde darbe tehditleri, çatışmalar sıkça gündeme geldi.
İki Almanya’nın birleşmesinde , Batı’nın zenginliği kansız sayılabilecek bir geçiş dönemine olanak sağlarken, meydana gelen toplumsal travmalar nedeniyle neonaziliğin yükselmesinin önüne geçilemedi. (Bu durum kapitalist batının pek çok ülkesine bulaştı).
İran, İslam devriminin ardından mollaların ittifakla iktidara geldikleri tüm demokratik güçleri kanlı şekilde tasfiye etmesinden sonra trajik gelişmeler yaşadı.
Devrimin ilk yıllarında seçilmiş cumhurbaşkanı yurt dışına kaçtı.
Daha sonra “rakipsiz” olarak seçilen mollaların adamı cumhurbaşkanı, başbakan ve tüm bakanlar kurulu üyeleri, toplantı halinde bulundukları bina havaya uçurularak öldürüldüler.
Sonra Irak’ın saldırması sonucu Saddam’la savaşa giren İran, sekiz yıl savaşmak zorunda kaldı.
“Arap baharı” denilen olayların yaşandığı ülkelerle “turuncu devrim”lerin yaşandığı eski Sovyet ülkeleri, kolay kolay belini doğrultamadı.
Rusya ile savaş halinde olan Ukrayna’nın durumu herkesin malumu.
Böyle bir çevreyle kuşatılmış Suriye’de ne olacağını kestirmek gerçekten güç.
Ancak, geçmişin deneyimleri, bu ülkedeki gelecek için “şimdilik” pek umut vadetmiyor.
Bu durumdan da, İran ve Hizbullahın Filistin ve Lübnan’da etkisiz kalmasıyla rahatlamış görünüp vakit geçirmeden Suriye’yi işgale soyunan ABD ve batı destekli İsrail karlı çıkmış görünüyor.
Şimdi, Suriye’nin bütünlüğü ve istikrarını önemsediğini her fırsatta belirten dünya ülkelerine düşen görevler var.
Birincisi İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini sağlamak.
İkincisi, Suriye’nin merkezi yönetiminin selefi cihatçı olarak tanımlanan silahlı grupların elinden alınarak ülkedeki teröre bulaşmamış demokratik güçlerin iktidarına olanak sağlanması.
Sonra’da bütünlüğü korunmuş Suriye’nin Suriyelilere bırakılması.
Coşkun KARTAL