Yunanistan İzlenimleri (Kavala -Καβάλα-) 4
Kavala’da akşam önce Apiko restoranda yemek yedik. Fiyatlar, mezeler her şey oldukça uygundu. Saat 22.00 gibi kaldığımız yere döndük ve orada sohbeti sürdürdük. Demlenmeden sohbet olmaz. Uzun yıllara dayalı dostluk ortamında hem bireysel hem de toplumsal konuları yudumladığımız içkiler eşliğinde konuşuyoruz. Birbirimizi 1990’lardan bu yana tanımanın verdiği güven ve sınanmışlıkla birbirimizi sorgulamadan dinliyoruz. Arada bir tartışma sırasında en çok benim sesim yükselse de birbirimizi tolere ediyoruz. Arıza çıkaracak durumlar yaşanmıyor. Benim takıntılı halim nedeniyle geçmişe dair aklımdaki soruların yanıtı arama peşinde oluyorum. Belki de karşılıklı güven ortamını zaman içinde yaşadığımızdan, birbirimizin hallerini bildiğimizden arıza pek çıkmıyor. İnsan arızayı, arızalı durumları neden çıkarıyor? Mutlu bir ortamda güzel geçirilen bir zamanda geçmişe dair bir söz ya da soru ortamı neden buz gibi kesebiliyor? Sözcüklerin kanırtıcı bir yanı devreye giriyor? Belki korkudan, belki yeterince tanımamaktan belki kendi içinde yaşadığı, yanıt bulamadığı soruların geriliminin dışa vurmaktan oluyor arızalı haller. Belki güvenin oluşması arızalı hallerden geçiyor? Normalleşme süreci toplumlarda da bireylerde de sancılı oluyor. Arızalı bir durumun nedenlerini benim gibi içinde çelişkileri yaşayan biri olarak yanıtlamak zor. Bazen insan kendine de cevap veremiyor. Çok sık kullanılan yüzleşmeyi en az kendimizle yapabiliyoruz. Kendi olmaktan, çıplak kalmaktan korkuyoruz. Ama yüzleşmeden de insan kendini aşamaz.
Demem o ki mahşerin atlısı olarak bizler öyle derin anlaşmazlık yaşamadık. Yaşasak da aşmanın yollarını buluyoruz, buluruz. Çünkü geride yaşanmış uzun bir geçmiş var. İnsanın arızalı hallere belirli yere kadar tahammül etmesi de yaşanılanlardandır. Bu satırın yazarı da hiç kimsenin hiç kimseye sonsuza kadar tahammül göstermeyeceğinin farkında. Konuşmaktan, içmekten bedenlerimiz yorgun düşüyor. Bir de yarın antik şehre gideceğiz. Saat üçü buluyor. Sessizce herkes yatacağı yere yöneliyor. Bende alışkanlık oldu galiba 06.30-07.00’de kalkıyorum hemen. O sabah da öyle oldu. Ancak herkesin kalkması 08.30’u buldu.
Hülya’nın yerinde önerisiyle Philippi Antik Kenti ve Philippi Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Şehir, Büyük İskender’in babası Kral II. Philip tarafından Milattan önce (360-356) yılları arasında kurulmuş. Bölgenin en önemli kentlerinden biri. 2016 yılında UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış. Açık hava müzenin girişinde insanı rahatlatan ağaçlar ve yeşillik kaplı bir park var. Ayrıca yiyecek ve içecek ihtiyacını karşılayacak büfeler de bulunuyor.
Yürüyerek ilerliyoruz. Kazı çalışmalarının devam ettiği bölümler var. Ama ziyaretimiz sırasında herhangi bir çalışma yapılmıyordu. Belki bizdeki gibi arkeoloji çalışmaları da daha çok yazın yürütülüyor. Bir de ödenek durumları var. Yıkık dökük bir kapıdan içeri giriyoruz. Geçiş yolu dışında geçmişten bir şey kalmamış yürüdüğümüz yerde. Sonra kalenin ayakta kalan duvarları karşımıza çıkıyor. Bu manzaradan kentin durumuna ilişkin çıkarım yapmak mümkün değil. “Hepsi bu mu” diye içimden geçiriyorum, sabırsız biri olduğumdan. Sonra Aspendos’a benzer bir antik tiyatro karşımıza çıkıyor.
Büyük ölçüde korunmuş, akustik durumu nasıl diye test ediyoruz. Ortadaki alanın farklı yerinden Hamlet’ten bir tiradı söylüyoruz. Sonunda doğru yeri buluyoruz. İnsanın çocuklaştığı an. Birisi haykırmamızı duysa ne düşünür pek de umurumuzda değil. Aslında başkalarının ne düşündüğünü umursamamak lazım. Yunan tiyatrosu insanlık tarihinde önemli bir rol oynamıştır hem trajedileri ile hem de komedileri ile.
Tiyatro birlikte eğlenmenin, etkileşimde bulunmanın önemli bir mekânı. Radyonun, sinemanın televizyonun olmadığı bir ortamda en önemli eğlence yeri. Belki şarap evleri de vardı. Mihmandarımız olmadığından öğrenemedik. Ama yiyecek ve içeceklerin saklandığı yerlerde büyük fıçılar vardı. Bunların bir kısmında şarap saklanmış olabilir. Ama doğrudan insanların sohbet etmek, konuşmak, dertleşmek, tartışmak için bir araya geldiği şarap evi var mıydı?
Bilemedim. Pırıl pırıl mavi gökyüzünden etkilenmemek mümkün değil. Tiyatronun çıkış kapısından ilerliyoruz. Gelincikler bahara merhaba demiş. Mavi yeşil ve kırmızının oluşturduğu manzara etkileyici. Güneş tam tepemizde. Uzaktan geniş bir alana yayılan antik kenti görüyoruz. Yunan kentlerinde tiyatro dışında mutlaka bir kütüphane ve inanç merkezi bulunuyor. Bu üçü bir arada. Hepsi de onlar için vazgeçilmez. Birinin diğerine üstünlüğü yok. Her kurumun işlevinin farklı olduğunun bilincindeler. Kent tasarımları da bu çerçevede oluşuyor. Bir de insanların bir araya geleceği, konuşacağı, toplum meselelerinin dillendirildiği geniş bir agoraları yani meydanları var. Kentler oluşturulurken ihmal edilmeyen dördüncü öğe de bu. Meydanlar, kamusal alanda kendini ifade etmenin önemli bir mekânıdır. Biz de tersine meydansız kentler çoğalıyor. Meydanlarda insanların toplanmasından, sorunlarını paylaşmasından çekiniliyor. En son 1 Mayıs 2024’te bunun örneğini gördük. Bu da 1970’lerden bu yana sürdürülen argümanlarla yapılıyor: “Kutsal devlet”, “provokasyon olacak”. Siyasal iktidarlar değişse de bu ülkede aynı ifadeler kullanılıyor. Çevreden merkeze yerleşen siyasi partinin de geçmişteki düşüncelerle örtüşmesi “tarihin bir ironisi” belki de. Hâlbuki AK Parti iktidarı döneminde 1 Mayıs 2010, 2011, 2012 yıllarında Taksim’de kutlanmıştı. O zaman AB ile görüşmeler vardı, Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle “faili meçhul cinayetler”, “derin devlet” argümanlarıyla ideolojik bir hesaplaşma vardı. Bu kutlamalar da o hesaplaşma çerçevesinde yapıldı. Şimdi otoriter bir yaklaşımın etkisi var. Artık kitlelerin meydanlarda taleplerini dile getirmeleri, “en masum insancıl isteri” bile “rahatsızlık”, “hoşnutsuzluk” yaratıyor. Değişen iktidarın özgürlüklere bakışı. O nedenle meydanlar önemli. İnsan, zihni karşılaştığı, yaşadığı olayları yeniden yorumluyor, değerlendiriyor.
Antik şehirde Roma, Bizans ve erken Hristiyanlık dönemlerine ait eserler bulunuyor. Bunlardan biri de Antik Roma mimarisinde var olan Bazilika.
Bu yapı kentlerin meydanlarının yanında yapılan kamu binası olarak işlev görmüş. Bazilikadan fazla bir şey kalmamış. Burada turistlerin de en çok ilgisini çeken yer Aziz Paul’un (Saint Paul) tutuklu kaldığı hapishane.
Bir taş oyuğunun içinde daracık bir yer. Aziz Paul sonradan denildiği şekliyle Aziz Pavlus, Hristiyanlığın yayılmasında yazıları ve mektuplarıyla etkili olmuş bir tarihsel figür.
Sonra kentin asıl yerine yöneliyoruz. Taş taş üstüne gelen bu yerlerde bir zamanlar insanların yaşadığını hayal etmek zor. Birden köpük gibi bulutlar görünüyor duvarların üstünde. Daha yeşillenmemiş ağaçlara neredeyse dokunacak gibi. İkamet edilen ve temelleri ile su basman seviyesini biraz geçmiş yapılar var. Uzak bir geçmiş olduğundan buradaki hayatı kafamda pek canlandıramıyorum. Tepemizde üç saattir neredeyse ensemizi pişiren güneş var. Epey de yürüdüğümüzden bir an evvel bir şeyler yemek istiyoruz. Ancak bir kültürün nasıl oluşturulduğuna, sürdürüldüğüne dair izlenimlerimizi pekiştiriyoruz. Antik kentte yemeğimizi yedikten sonra çıkış noktasında hediyelik eşya satan yer var. Oraya uğruyoruz. Gün daha bitmeyi kendimizi geceye hazırlıyoruz. Ama yarın geri döneceğimizin de farkındayız. Yolda uygun fiyatlarla satış yapan mağazalara uğruyoruz. Sanki yokluktan çıkmış gibi davranıyoruz. Tüketim çılgınlığı bu olsa gerek.
(Devam edecek)
Kemal ASLAN
Önceki Bölüm :
Kemal ASLAN/Gazeteci-Yazar
Önceki Bölüm
SOLENNEAyak Nasır Sökücü Solisyon 120