BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ {6}
KAYIKÇI BARBA SPİRO (2)
Kayığın ve takımların temizliğinden sonra mutlaka banyosunu yapardı. Temizlik ve güzel kokmak O’nun vazgeçilmez ilkesiydi. O bir yerden geçerken, çevreye yayılan mis gibi saf zeytinyağı sabunu ve limon kolonyası kokusuyla hemen fark edilirdi. Barba hem kayık gezilerinde hem de akşam sofrasında tertemiz giysileriyle görünür, giyim kuşamına hep özen gösterirdi.
Yalı sahipleri ve özellikle zengin Rum aileleri Spiro’ya arada sırada az giyilmiş ya da yeni ipek mintanlar ve şile bezi dokuma gömlekler, keten pantalonlar armağan ederlerdi. Tertemiz mintanları O’na pek yakışırdı. Mintanının üst düğmeleri sürekli açık olduğundan bakır rengindeki teni ve bağrındaki ağarmış kılları görünürdü. Alnında ve boynunda biriken terini temiz bir mendille siler, kayığına aldığı konuklarına ter kokusunu asla hissettirmek istemezdi.
***
Barba Spiro’nun akrabaları, yakınları vardı, ama O şu fâni dünyada kendini yapayalnız hissederdi. Önce çok sevdiği karısını, sonra güzeller güzeli biricik kızı Marika’sını yitirmişti. En sevdiklerini kaybettikten sonra iç alemine kapanmıştı. Yaptığı işleri tek başına icra eder, yalnızlığın pençesini daima üzerinde hissederdi.
Yüreğindeki derin sızı hiçbir zaman dinmezdi. Karısı eceliyle ölmüştü, ama biricik kızı, Marika’sı kaybolmuştu. Daha doğrusu, kızını köşklerinde çalıştıran ailenin reisi O’na kızının bir gün evden çıktıktan sonra bir daha geriye dönmediğini söylemişti. Böylelikle sevgili kızı kayıplara karışmış, gaip ilan edilmişti.
Halbuki biricik yavrusu, taze dilber Marika’sının İstanbul’un ünlü, varsıl bir Türk ailesinin Tarabya’daki köşkünde çocuk bakıcısı olarak güvenlik içinde çalışmakta olduğunu sanmıştı. Köşkün sahibinin genç hizmetkârının ansızın ortadan kaybolduğunu bildirmesinden sonra, Barba kızını her yerde deliler gibi aradı durdu uzun yıllar boyunca. İstanbul kazan oldu O bir kepçe. Gitmedik mahalle, çalmadık kapı bırakmadı. Sanki yer yarılmış kızı içine düşmüştü.
Yıllar boyunca kızının öldüğüne dair hiç bir haber alamadı, onun izine hiçbir yerde rastlayamadı. Ancak aradan geçen günler, aylar, yıllar uzadıkça Marika’sını Hz. İsa’ya ve Hz. Meryem’e emanet etmekten başka çaresi kalmadı. Her gece yatağa girerken ve her Pazar günü Yeniköy Panayia (Meryem Ana) Rum Kilisesi’nde yapılan ayinlerde Tanrıya yalvardı, yakardı. Marika’sının geri dönmesi için bildiği duaları durmadan tekrarladı.
Seyrek de olsa, denizde ya da karada, Marika’sı ansızın gözünün önüne geliverir, babasına öylesine masum masum bakar dururdu. Kızının hayali gözden kaybolduğunda yüreğine düşen ateşi Boğaz’ın serin suları dahi söndüremiyordu.
Spiro, ruhundaki tarifsiz evlat acısıyla yaşamaya, hayata tutunmaya çalışıyordu. Kafasında ve ruhunda sürekli taşıdığı derin acılarla dolu yaşamına bir gece vakti kendi elleriyle son verme düşüncesini ise aklından bir türlü söküp atamıyordu.
***
İkiz Yalı’nın sahiplerinden Rüştü Bey’in torunu Memo Barba Spiro’nun köydeki en küçük hayranı sayılırdı. Memo henüz dört yaşındayken balık tutmayı ve yüzmeyi öğrenmişti. Büyükbabası Rüştü Bey yüzme bilmediği için deniz kıyısına fazla yaklaşamaz, kayığa pek binmezdi. Yalının rıhtımından deniz manzarasını seyreder, balık tutanları izlerdi. Oysa, eşi Nimet Hanım Spiro’nun kayığında kürek çekmekte ustalaşmıştı.
Torunu Memo ile balığa çıkan Nimet Hanım pabuç izmaritler, karagözler ve rengarenk yüzgeçli kırlangıç balıkları avlardı. Sıcak bir yaz günü ikindi vaktinde anneanne ile torunu Barba’nın kayığında yine izmarit avına çıkmışlardı. Yakıcı derecede olmasa da güneşin altında tam bunalmaya başlarken ansızın hafif bir poyraz esmeye başladı. Hem küreklerini hem de oltasını idare eden Barba gömleğinin üst düğmelerini açtı, ak kıllarla kaplı göğsünü şişirdi:
“Es be rüzgâr!.. Ohhh bee, oh yahu! Şu Boğaz gibisi var mı?” dedi. Kafasını kaşıdı, birden sustu, ileriye baktı, güldü.
Memo bir süre Barba’nın kürekleri suya batıp çıkarışını, ıskarmoz kayışını germesini, ötelerde suları yararak geçen motorları seyretti. Büyükdere-Beykoz arasını mavisi az bir güneş tozu yağmuru kuşatmıştı. Suların yüzeyinden buharlar titreşe titreşe çıkıyordu. Çocuk ellerini suya sokuyor, kayığa vuran minik mor dalgacıkların köpüklerini yakalamaya çalışıyordu.
Kovalarında onlarca izmarit, istavrit, hani ve karagöz balıkları oynaşıyordu. Avları bereketli geçmişti. Nimet Hanım Spiro’ya karaya dönme işaretini verdi.
Barba küreklere asıldı. İki küreği de değişmez bir uyum içinde, birer keskin bıçak gibi sulara dalıp çıkmaya başladı. Yaşlı kayıkçının kasları geriliyor, kollarındaki, boynundaki damarlar şişiyor, alnının bir yerlerinden fışkıran ter damlaları düzlü, eğrili çizgilerin arasından çenesine doğru akıyordu. Ansızın gözlerini Nimet Hanım’a çevirdi, yer yer yarılmış koca diliyle kuruyan dudaklarını yaladı. Derin bir nefes çektikten sonra:
“Oohh be, bu hava hayat veriyor! Bu Boğaz cennet midir, Hanımefendi?”
Nimet Hanım başını sallayarak cevap verdi: “Haklısın Spiro Efendi, bu hava insana can veriyor!”
Barba Spiro bir şeyler daha söylemek istiyordu hem Memo’ya hem de anneannesine. Fakat söylemek istediğini tam olarak ifade edemiyeceğini bilerek konuştu:
“Altmış senedir hep bu işi yaparım. Bu bilekler var ya, (kalın bileklerini gösterdi) bunlarla işte… Saçlarım ağardı, kanım kurudu, amma bu çile bitmedi” dedi içinden gelen bir dalgayla. Kayık yalının önüne hızla yaklaşıyordu.
Spiro kayığını ustaca bir manevrayla yalının merdivenlerine yanaştırdı, Nimet Hanım ile Memo’yu ellerinden hafifçe tutarak rıhtıma güvenle indirdi. Hanımefendi her sefer yaptığı gibi pamuklu bir mendile sardığı paraları Spiro’nun hafifçe direnişine karşılık ısrarlı bir ricayla birlikte sağ avucuna sıkıştırdı.
Artık kayıkhanedeki odasına çekilerek çilingir sofrasını hazırlayacaktı.
(Devam Edecek)
Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 11 Şubat 2024