ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YERİ BİR DAHA YAKMAK
“Evladını yitirmiş anaların kendini yerden yere atması doğaldır…Bunun haber bültelerinde defalarca verilmesi ise yaralayıcıdır.”
Güneydoğu’dan, sınır ötesinden yine saldırı haberleri geldi. Yine şehitler, yaralılar;
Yine “ düştüğü yeri kül eden ateş”.
Yine, onlar kısacık ömürlerini hiç hak etmedikleri bir sonla tamamlarken, yakınlarının “bir daha asla eskisi gibi olmayacak” hayatları.
Ansızın yön değiştirerek evlatsız, kardeşsiz, babasız bir bilinmeze doğru akmaya başlayan, yarattıkları gerçek hasar sonradan anlaşılacak bu kahpe günler!
Yine Ölüm!
***
“Şehit evlerini” bilir misiniz?
Şehit evleri sıradan cenaze evlerinden farklıdır!
Sıradan cenaze evlerinde insanlar acılarını daha küçük çevre içinde ve yaşamla ölümün doğallığına boyun eğmiş şekilde yaşarlar. Kendilerine, ölümün karşısında mutlaka metanetli olma görevi yüklemezler, vakur olmak ya da meydan okumak gibi sorumluluklar hissetmezler. Gelen giden yalnızca tanıdıklardır ve sıradan insanların ölüm haberleri, -eğer gazetelerin üçüncü sayfalarına girecek bir olay sonunda gerçekleşmediyse- medya tarafından duyurulmaz.
Şehit yakınları ise çocuklarının haberini bir de televizyonlardan, radyolardan dinlerler, gazetelerden okurlar. Kimi zaman biricik oğullarının son saatlerini öğrenirler haber bültenlerinden; acıları katmerlenir.
Haberi aldıktan sonra evlerine o güne kadar hiç bilmedikleri, tanımadıkları insanlar gelir, şehit oğullarından önce!
Avutmaya çalışırlar; bazen “maksadı aşarak”. Böyle yiğit bir evlada sahip olmanın onurundan söz ederler. “Sana imreniyorum, oğlunu bu vatana armağan ettin” diyenler bile olur.
Televizyon kameraları doluşur evlere, ağlayan, bağırıp çığırarak acısını dağa taşa haykırmak isteyen analara, “hiçbir insani değer tanımayan” mikrofonlar uzatılır. Babalara “yanıtı belli” sorular sorulur “oğlun şehit oldu, ne düşünüyorsun!” gaddarlığı içinde.
Gözünün bebeğini şehit vermiş Acının İnsanları şaşkındır Sessiz, sakin, akıp giden, kimseciklerin nasıl yaşandığını bilmediği hayatlarında ansızın beliriveren değişikliği anlamlandırmaya çalışırlar; ama çoğu yapamaz!
Kafaları karışıktır, acılarını ömür boyu birlikte yaşayacakları yakınlarıyla baş başa kalamazlar bir türlü.
Kafalarından geçenleri, kendi acılarını içlerine gömerek öteki yakınlarını avutma sözcüklerini söylemeleri geciktirilmiştir!
Şehit cenazesi geldiğinde, musalla taşındaki tabutun önünde dikilirken görünüşte hiç “yalnız değillerdir!” Yöneticiler, paşalar ,”üst düzey insanlar”la birlikte saf tutarlar. Biricik oğulları işte orada yatmaktadır, elini uzatsa değivereceği yerde!
Sessiz sitemsiz!
Sağken ses çıkarıp sitem etme olanağı bulabilse kime ne diyeceği bilinmeden, merak bile edilmeden!
Az sonra “şehitliğe” gidilecek bin bir sıkıntıyla büyütülüp bugünlere getirilen oğul usulca toprağın bağrına uzatılacak, az önceki ilgi ve şefkat yumağı geride bırakılıp atılan sloganların ses perdeleri ağır ağır düşerken eve dönülecek, acıyla o zaman baş başa kalınacaktır!
Akşama bir kez daha televizyon ekranlarında “kendilerini” seyredecekler, gözyaşının sel olup aktığı anlatılacak, şehit babasının tabutunu arayan kız çocuklarının yürek parçalayan görüntüleri, bıkıp usanmadan tekrar tekrar izlettirilecektir.
“Şehidimizi” sağken sokakta görse selam vereceği şüpheli anlı-şanlı haber sunucuları, gözlerini devirip, ağızlarını –ağlayacak gibi- büzerek, en dramatik ses tonlarıyla sunacaklardır haberi!
***
Böyle günlerin en yakın tanıkları gazetecilerdir.
Görevleri, insanların yaşadıkları bu “sıra dışı” olayları, onlardan haberdar olmayan başka insanlara iletmektir.
Gazetecilerin görevi, ne olup bittiğini önce anlamak, ardından en nesnel ölçülerde çalıştıkları basın-yayın organlarında yansıtmak, değerlendirmeyi okurun ya da izleyenin “izanına” bırakmaktır.
Acı yaşayan insanı “daha çok ağlatarak” en çok kendisinin ağlattığıyla övünürcesine sunumlar yapmak değildir.
Çünkü bu tutum, mağdur insanların acılarına -orada olmaması gereken- yükler bindirir.
Bundan dolayı, “acılarını yansıtmak üzere” şehit ailelerine yaklaşmaya çalışan gazetecilere çok önemli bir kamusal görev düşmektedir.
İnsanların, acılarını, “kendileri olarak”, üzüntüsünü, çığlığını, gözyaşını saklamadan “evlerinin içinde” yaşamasına olanak sağlamaktır bu görev.
Evladını yitirmiş anaların kendini yerden yere atmaları doğaldır da, bunun yüz televizyon kanalında -bir gösterişte 10 kez olmak üzere- her haber bülteninde verilmesi yaralayıcıdır. Böyle bir habercilik anlayışı, insanların acılarını istismar ve toplumun duygularını rencide etmektir.
Ateş düştüğü yeri yakıp kül ederken, oraya odun atıp ateşi yeniden harlandırmaktır.
Coşkun KARTAL/Gazeteci
Coşkun KARTAL/kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 14 Ocak 2024