BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ {4}
MARTILAR REHBERİM
Bindokuzyüzellili yılların başındayız…Önünden ırmak gibi denizin aktığı, sert havalarda vuran dalgaların yıkadığı, üzerinde martıların buluştuğu uzun, geniş rıhtımıyla Boğaz’ın Yeniköy sahilinde ahşap tarihî bir yalı uzanır. Yüzyılı aşan geçmişinde sık sık el değiştirmiştir. Yalının dördüncü sahibi, tahtından indirilmiş Ulu Hakan ya da Kızıl Sultan diye anılan padişahın oğullarından biri olan Şehzâde Mehmet Burhanettin Efendi, yalıyı satın alır almaz yıktırıp yeniden yaptırmıştır. Yaptırırken de ikinci balkonun çatı alınlığına üzerinde 1328 tarihi (Hicri 1328=Milâdî 1912) ve “Ya Hâfız” yazılı bir levha koydurmuştur. Romanya ormanlarından seçilerek getirilen çam kerestelerden inşa edilen bu saray yavrusu yalı, haremliği, selâmlığı, kayıkhanesi, hamamı, korusuyla ta Rumelihisarı’ndan, Kanlıca’dan da görülüyordu. O yıllarda ahşap işlemelerle bezenmiş cephesindeki eskiyen tahtalar, bakım, boya görmediklerinden yer yer çatlamış, boz renge bürünmüştü. Süslemeli yüksek tavanlı odalarına girenlerin burunlarını denizin iyot kokusuyla karışan eski ahşabın kokusu kaplardı. Yalının hareketli çatısında martıların yosunlarla yaptıkları yuvalar hiç eksik olmazdı, özellikle ergûvanlarla leylâkların açtığı bahar aylarında…
Caddeye bakan cephenin güney ucundaki tren vagonuna benzer ahşap bir köprüyle haremlikten koruya geçilirdi. Caddenin karşı tarafında, kestane, ıhlamur, akçaağaç, çınar ağaçlarıyla fındık çalılarının kümelendiği büyük fakat bakımsız koruda mahallenin çocukları nice oyunlar oynardı. Gençler için bu gizemli koruya girebilmenin iki koşulu vardı. Ya yalı sahipleri Boğaz’a henüz gelmemiş, ya da tam tersi, kışlıklarına dönmüş olmalıydı. Ama yalının bekçisi Kâni Efendi’nin oğlu Melih’in arkadaşı olanlara koruda saklambaç oynamak serbestti…Korusu Tıngıroğlu Bahçesi olarak da anılan yalının Yeniköy’e bakan kuzey cephesi boyunca uzanan ve Sahil Yolunu denize bağlayan ‘tulumbacı sokağının’ (yangın aralığı) adı da Tıngıroğlu Sokağı idi…
Usta bir balıkçı olan Bekçi Kâni Efendi, karısı Meliha ve delikanlılık çağındaki oğlu Melih ile birlikte selâmlıktaki birkaç odada yaşıyordu. Melih, annesi gibi beyaz tenliydi. O nedenle, okul arkadaşları ona “Akoğlan” lâkabını takmışlardı. O, gönlü insan ve doğa sevgisiyle dolu, denizle iç içe yaşayan, sporcu bir genç idi…
Kâni Efendi ve ailesi, yaz aylarında yalının paydaşı aileler birbiri ardından gelip odalarına yerleşmeye başlayınca artan işlere yetişemez olurdu. O koca yaşlı yalıda hizmetli olmanın tüm zorluklarına karşın genelde düzenli ve huzurlu bir yaşamları vardı bekçi ailesinin.
Havaların ve çalışma koşullarının elverdiği günlerde seher vakti ya da akşama doğru Kâni Efendi oğluyla balık avına çıkardı. Usta balıkçılar gibi oğluna balık avcılığının inceliklerini gösterir, martılara, rüzgârlara ve akıntılara bakarak balıkların yerlerini keşfetmeyi öğretirdi.
***
Bir gece Melih denize bakan penceresinin önünde çakan bir şimşekle ansızın uyandı. Gök gürledi. Alacakaranlık yerini yavaş yavaş aydınlık bulutlara bırakırken sabahın ilk müjdesini serçeler verdiler küçücük sesleriyle. Sonra, kanatları ıslanmış güvercin çırpınışlarını ve kumru seslerini duydu. Çatıdaki martıların gaklamaları kulaklarında çınladı. Kuşkusuz gökyüzü ve Boğaziçi onlardan sorulurdu: Yani, martılardan…
Gün doğarken koyu gölgelerden çıkıp beyaz kanatlarıyla lacivertten maviye çalan suların üzerinde süzülen martılar yakamozlara caka atmaya başladılar.
Alacakaranlıkta birbiri ardından çakan şimşeklerin ışığında, Melih yalının rıhtımına konan martıların arasında kendine alıştırdığı Ak Martı’yı tanıdı sağ ve sol kanadı arasındaki tüylerinin farkından. Sanki bir arkadaşıyla pencerenin önüne gelmişti. Onu daha bir yavru iken Çakar’ın yakınında denizden yaralı olarak kurtardığı an gözünün önüne geldi. Balık avından dönerken ilk kez gördüğünde denizin üzerinde sürükleniyordu çırpınarak. Deli akıntıya yaralı bedenini teslim etmiş, rastlayacağı ilk anaforda derinlere gitmek üzereyken Melih imdadına yetişmişti. Sandalına aldığında sağ kanadı kırık, tüylerinin çoğu yolunmuştu. Yalvaran gözlerle kurtarıcısına bakarken, sapsarı gagasını tıkırdatarak tir tir titriyordu minik martı. İnsanlardan korkmuştu…
Köyde balıkçılar böylesine parlak beyaz tüylü martıları çapari yapımı için avlar, kanatlarındaki tüylerini yolarak av takımları için malzeme çıkartırlardı. Büyük olasılıkla hoyrat bir balıkçı, yakaladığı bu yavru martının tüylerini yolarken körpe sağ kanadını kırmış, zavallı kuşun sakatlanmasına sebep olmuştu…
Melih o yaralı yavrucağı tam üç ay boyunca yalının bahçesinde eski balık ağlarından yaptığı genişçe bir kafesin içinde bir bebek gibi beslemişti. Bahçeye gelip giden kedileri hem kızdıran hem de kıskandıran martıcık her gün yediği taze istavrit, uskumru, izmarit balıklarıyla iyice semirmeye başlamıştı. Artık hem sağlığına kavuşmuş hem de bayağı büyümüştü. Melih ‘Ak Martı’ adını koymuştu ona, kendi lâkabı ‘Akoğlan’dan esinlenerek. Bir yerde okumuştu: Cenevizli gemicilere Haliç’e ilk girişleri sırasında gece karanlığında Galata’nın yolunu gösteren efsânedeki martının da bir “ak martı” olduğunu…
Onları en çok kargalar kıskanır ama martı Boğaz’dır ve Sarıyer’dir, dahası İstanbul’dur. Martılar, Boğaz’daki yalıların, insanların ama en başta balıkçıların yakın dostlarıdır.
***
Martılarla dost olan Melih onlara balık ve ekmek verirdi. Bu akıllı kuşların sadece avlanmak için uçtuklarını, karınlarını doyurduktan sonra karada, kıyılara yakın yerlerde dinlendiklerini bilirdi. Martının havadayken taşıma kuvvetini korumak amacıyla rüzgâra baş vererek uzun süreler süzülebildiğini, örneğin gemilerin yarattığı güçlü hava akımlarını kullanarak onları izlediğini, kanatlarıyla yalnız aşağı ve yukarı doğru değil, önden arkaya doğru da bir kürek çekme hareketi yaptığını, kuyruk tüyleri ve ayaklarının dümen, denge ve fren işlevi gördüğünü gözlemlemişti…Melih kendini genç bir martıya benzetiyordu…
Melih, Ak Martı’sı ile kısa sürede tam bir can dostu olmuştu. Hayvancağız, Boğaz’da gezip geldikten sonra gâh rıhtımda gâh çatıda tünüyordu. Hatta aklına estikçe irice bir palamutu ya da bir kolyozu yakalayıp rıhtımda sahibinin önüne bıraktığı oluyordu, ondan gördüğü sevginin ve yakınlığın ödülü olarak…
Martının zekâsına ve cesaretine hayrandı. Yalının bahçesindeki ağaçlara, sopalara sıra sıra asılı çirozlara dadanan kargalar; tavukları, piliçleri kapmaya gelen şahinler gibi davetsiz misafirlere savaş ilan ediyor, çevredeki arkadaşlarını kendine özgü sesiyle yardıma çağırarak onlarla birlikte bir ekip, küçük bir koruma sürüsü kuruyordu. Ak Martı’nın önderliğindeki sürüler her defasında saldırganları mutlaka kaçırıyorlardı.
***
Aradan üç yıl geçmiş Ak Martı artık ergenliğine kavuşmuştu. Bu arada Melih 18 yaşına basmış, boylanmış poslanmış, yakışıklı, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştu. Erguvanlar çiçeklerini açıp, leylâklar, iğdeler baygın kokularını havaya salarken köyün kızlarından Vaso ile Ayşe, Hıdırellez haftası içinde, üstelik yakın günlerde bu güzel delikanlıya iyice tutulmuşlardı. Bu nedenle komşu iki kızın arasında bir çekişme başlamış, sevdâlı kızların dedikodusu mahalleli arasında kulaktan kulağa yayılmıştı. Ancak, Melih’in gönlü Ayşe’ye daha yakındı. Vaso bunu hissettiği andan itibaren kıskançlıktan adeta delirmiş, Melih’e durmadan söz atıyor, hırçınlıklar yapıyordu. Sonunda Melih bir yol ayrımına geldiğini anlamıştı. İki kız arkadaşından birini seçecek, onunla yakın arkadaş olarak ilişkisini ilerletecekti…Uzun geceler boyunca düşündükten sonra bir karara vardı: Ayşe’sine önce sözlenmeyi, ardından vatan hizmetine gitmeyi, askerliğini bitirdikten sonra da düğün dernek yaparak evlenmelerini önerecekti. Evliliğe giden yolda bir rehberi vardı zira…
Ak Martı son günlerde kendine bir eş bularak eşiyle birlikte yalının üst balkonunun üzerindeki çatı üçgeninde bir yuva kurmuştu. Artık eşleşen martılar gagalarıyla tutuşarak çiftleşmeye başlamışlardı. Martıların dakikalarca gaga gagaya kenetlenmiş, ritmik biçimde sevişmeleri estetik bir dansa benziyordu…Sonraki günlerde eşler birbirlerinden hiç ayrılmıyor, birlikte avlanıyor, birlikte dinleniyor, arada bir kavga da ediyorlardı…
Bir gün dişi martı yuvaya 3 adet kahverengi yumurta bırakmıştı. Ak Martı da eşiyle kuluçka görevini paylaşıyordu. Yumurtaların üzerinde siyaha çalan koyu kahverengi sık benekler vardı. Günü geldiğinde yumurtaların kabukları çatladı, minik boz renkli üç civciv kafalarını çıkardılar. Çatıdaki şenlik yavruların çığlıklarıyla arttı. Şimdi Melih’in Ak Martı’sı baba olmuş, yavrularını eşiyle birlikte beslemekteydi. Minik martılar 5 haftayı geçince uçmaya başladılar.
Melih, can dostu Ak Martı’dan uçma, suya dalma, avlanma, beslenme, dinlenme konularında olduğu kadar, eşini seçme, sevme, yuva kurma, çocuk büyütme gibi yaşamın ince kurallarına ilişkin nice örnekler görmüş, güzel şeyler öğrenmişti…O da Ayşe’sini böyle mutlu edecekti…
***
‘Yumuşak’ Ahmet ile ‘Akoğlan’ Melih, köyde birbirini seven ama sık sık çekişen, yarışan, iddialı iki yakın arkadaştılar…İkisi de çevik, cesur ve güçlü birer sporcu olan bu çocuklar çok iyi yüzerler, yüksek yerlerden korkusuzca suya atlarlar, karşı yakaya yüzerek gidip gelirlerdi…Bir gün arkadaşlarıyla birlikte balıkçı kahvesinde akşam çaylarını içerlerken ortaya atılıveren bir iddiaya tutuştular: kimin daha güçlü olduğunu saptamak amacıyla üç aşamalı büyük, iddialı bir yarışma yapacaklardı halkın gözleri önünde. Yarışma şu eylemleri kapsayacaktı: 1) Suya dalan bir karabatağın ardından dalarak onu suyun içinde bir hamlede yakalamak; 2) Yeniköy’den Kanlıca’ya kadar yüzerek gidip gelmek; 3) Şehzâde Burhanettin Efendi Yalısı’nın çatısının ortasındaki en sivri tepe noktasından – elbette yalının önündeki geniş rıhtıma çakılmadan- denize atlamak…İşte size zekâ, beceri, güç ve cesaret gerektiren üç dalı kapsayan bir yarışma…Köyün gençleri hep bir ağızdan hodri meydan dediler…Üç kişi de hakem olarak seçildi: Arap Mehmet, Köse Mergen ve Foçalı Necati. Yarışma Haziran ayında bir Pazar günü yapılacaktı
Yarışmacılar ilk olarak Çirozluk’la Kalender’in arasında suyun içinde karabatak yakalama yarışını yapacaklardı. Balıkçı barınağının önünde birkaç tane karabatak görünüyordu civarda. Hakemlerle yarışmacıların bulunduğu sandaldan ilk olarak Yumuşak Ahmet suya girerek usulca ilerisindeki karabatağa yaklaştı. Kural gereğince kuş kafasını suya sokar sokmaz arkasından yarışmacı da dalacaktı…Ansızın kuş daldı, ardından da Ahmet…Suyun içinde bir süre kayboldular, bir dakika kadar geçtikten sonra Ahmet sağ elinde kara kuşla denizin üstüne çıktı…Başarılı olmuştu…Bundan sonra Melih başka bir karabatağın peşinden daldı…Süre bir dakikayı aşmıştı ki karadaki ve denizdeki seyircilerin hayret dolu bakışları arasında 50-60 metre ileride önce Melih’in karabatağı tutan eli suyun üstüne çıktı…O da yarışmayı geçmişti…İzleyenler her iki yarışmacıyı da uzun süre alkışladı…Birinci yarışma sonunda beraberlik vardı…
İkinci yarışmanın zorlu geçeceği belliydi, çünkü hava ve deniz ne kadar sakin olursa olsun, Yeniköy-Emirgân açıklarında, Çubuklu-Kanlıca arasında sahilde kuvvetli ters akıntılar vardı…Hakemin işaretiyle, Yeniköy Parkı’nın önünden iki yarışmacı birlikte suya daldılar. Bir sandal onlara refakat ederken bir başkası da hakemleri taşıyordu…Yeniköy’den Çubuklu önlerine kadar Ahmet arayı açmaya başlamıştı ki Kanlıca akıntısında kulaçlarını sıklaştıran Melih ona yetişti. Kanlıca İskelesi’ne neredeyse birlikte geldiler. Oradan Yeniköy’e dönerlerken İstinye açıklarında ansızın beliren büyük bir tanker yüzünden bayağı zorlandılar, Emirgân açıklarına kadar sürüklendiler…Tanker önlerinden geçtikten sonra hızla kulaç atmaya devam ettiler…Parkın önündeki bitiş hattına kardeşçe yan yana geldiler…Yeniköylüler her iki sporcuyu çılgınca alkışlıyorlardı…İkinci yarışma da berabere sonuçlanmıştı…
Üçüncü yarışma sporcularda cesaret ve beceri gerektiriyordu. Dile kolay, yalının yaklaşık 15 metre yüksekliğindeki çatısının üzerinden aşağıya ve ileriye doğru var güçleriyle atlayacaklar, öndeki 8 metre genişliğindeki taş rıhtımı aşarak denize balıklama dalacaklardı. Atlayışları sırasında yapacakları en ufak bir hata, hatta atlama sırasında yaşayacakları bir anlık kararsızlık, yaşamlarına mal olabilecekti. Tehlike büyüktü…Hakemler atlayıştaki tarza, güzelliğe ve suya değince yüzeyde bırakacakları su izine göre puan vereceklerdi…
Önce Ahmet yalının çatısına çıktı, ayaklarını çatının tepe üçgeninin sağında ve solunda yan yana koyup bitiştirdi. Çatıdan aşağıya baktığınızda deniz çok fazla ileride imiş gibi görünüyor, insanın gözünü korkutuyordu…
Tepeye çıktığında Ahmet’in gözlerini korku bürümüştü…Ama o yiğitliğine leke sürdüremezdi. Bu yarışmaya isteyerek katılmıştı. Eğer bu aşamada yarıştan çekilirse köydeki tüm şanını şöhretini yitirecekti…Bütün cesaretini topladı, kollarını ahenkli bir biçimde ileri geri salladı, dengesini sağladı, nefesini tuttu, ayak kaslarıyla damın kızgın çinko kaplamalarının üzerinde yaylandı…Ve kendini ileriye, boşluğa doğru fırlatıverdi…Rıhtımın hemen önünde, tam kenarın iki karış ilerisinde denize daldı…Hani kılpayı sıyırdı derler ya, işte öyle kurtarmıştı gövdesini Ahmet… Seyircilerin de yürekleri ağızlarına gelmişti…Alkışları çok uzun sürdü denizdeki onlarca sandal ve motorlardan izleyenlerin…Artık atlama sırası Melih’e gelmişti.
Melih çatıya çıktığında babası Kâni Efendi’yi ve Annesi Meliha Hanımı gördü rıhtımın uzak kenarında. Annesi ona kaygıyla el işaretleri yapıyordu…Sevgilisi Ayşe bahçenin cadde duvarına yakın çınar ağacına kapanmış ağlıyordu. Vaso’nun alaycı gözlerle baktığını gördü kalabalığın arasında…Çatıda, sağ yanında ona bakan Ak Martı’sını gördü. Kanatlarını iyice açmış, sanki ona bir şeyler göstermek, hatta belki de bir şeyler söylemek istiyordu…Ansızın Melih’in beyninde bir şimşek çaktı, çünkü Ak Martı’nın ne demek istediğini anlamıştı: Ayaklarıyla yere sağlam basarken, bacaklarıyla kuvvetlice yaylanarak yerden güç almalı, kollarını kanat gibi ileri ve yana açarak bir kuş kanadı gibi kullanmalı, böylece vücudunu var gücüyle ileri fırlatmalıydı…Çatının alnındaki “Ya Hâfız” levhasının tam üzerindeki üçgen kısmın tepesinde duruyordu…İzleyenler nefeslerini tutmuşlardı…
Melih tüm dikkatini toplayıp iyice hedefine yoğunlaştıktan sonra besmele çekerek martısından gördüğü gibi çatının ucundan ileriye fırladı. Artık havada adeta uçuyordu…Bir martı gibi çok düzgün bir biçimde havada süzülerek rıhtımın kenarından 2-3 metre kadar ileriye estetik bir tarzda dalmıştı. Atlayışı çok iyi çalışmış bir tramplen kule atlayıcınınki kadar kusursuz olmuştu…
Hakemlerden Köse Mergen sudan çıkan Melih’e elini uzattı ve başarısından dolayı onu kutlayan ilk kişi oldu. Seyircilerin bağırmalarıyla, alkışlarıyla Yeniköy ve Boğaz sahili adeta inliyordu…İzleyenlerin tezahüratı Paşabahçe’den, Beykoz’dan duyulmuştu…Aralarında kısa süren bir konuşmadan sonra hakem heyeti Melih’i yarışmanın birincisi ilan etti…Köy halkı genciyle, yaşlısıyla hep bir ağızdan Akoğlan’ı büyük bir coşkuyla kutluyorlardı…
Melih, denizde kendisini alkışlayanları eliyle selamladıktan sonra yalının rıhtımına çıktı. Ayşe elindeki bembeyaz havluyla koşarak yanına geldi, onun ıslak bedenini kurulamasına yardım etti…İki sevgili birbirlerine sımsıkı sarıldılar…Başlarının hemen üstünde Ak Martı eşiyle birlikte neşeli çığlıklar atarak kavisler çiziyordu…
Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 13 Ocak 2023