Coşkun KARTAL; ÖZGÜR BASIN ÖZGÜR MÜ?
“Özgür basın, denetleme mekanizmalarını birbirinden haberdar edecek, toplumu bir arada tutacak en güçlü yapıştırıcıdır”
Yaklaşık sekiz yıl sonra, 1 Kasım 2031’de Türkiye’de bir “başlangıcın” iki yüzüncü yılı idrak edilecek.
İki yüz yıl önce, 1 Kasım 1831’de ilk Türk gazetesi olarak bilinen Takvim-i Vekayi yayın hayatına başlamıştı.
Gazetenin açıklanan yayınlanma amacı, halkı devlet işlerinden haberdar etmekti.
Yani, bir çeşit resmi gazete.
Takvim-i Vekayi’nin bu günün resmi gazetesinden farkı, halkı yalnızca devlet işleri ile ilgili değil, ara sıra da İstanbul’da meydana gelen asayiş olaylarıyla ilgili “haberler”de yayınlamasıydı.
Herhalde ilk “gazetecilerimiz” de o günlerde mesleklerini icra etmeye başlamışlardı.
İlk Türk gazetesinde çalışan gazetecilerin, Osmanlılar’ın son 80 yılında daha sonra yayınlanan özel gazetelerdeki meslektaşları gibi, geçimlerini “devlet büyüklerinin ihsan ettiği” bahşişlerle sağladıkları bilinirdi.
O “gazeteciler” , basın özgürlüğü gibi kavramlara yabancılardı, çünkü resmi bültenler dışında yazdıkları cinayet, hırsızlık gibi “adi” vakalar için buna ihtiyaç duymazlardı.
Belki de, kısa süre önce onurla, dürüstçe mesleki görevini yerine getirdiği için başına iş gelen ve kendisini “ben sadece gazetecilik yaptım” diyerek savunan arkadaşımız Tolga Şardan ile aynı işi yapanlardan sayılamayacakları için, basın özgürlüğünü istemeye ihtiyaçları yoktu!
Resmi bültenlerden “haber” yazarlar; bunların doğruluğunu, yanlışlığını, önünü arkasını araştırmaya, yolsuzlukları, halkın cebinden yapılan hırsızlıkları, skandalları öğrenmeye, bilmeye, bilseler de kimseye duyurmaya gerek duymazlar, “mesai sonrası” bahşişlerini ceplerine koyup cadde-i kebir meyhanelerine harcamaya giderlerdi. Durup dururken bir hafta hapiste tutulduktan sonra salıverilen
Tolga gibi, tutuklandığında cebinde parası olmayıp bir arkadaşından borç alma zorunlulukları yoktu.
Basın özgür olsa ne olurdu, olmasa ne olurdu onlara göre?
Öte yandan, aynı zaman diliminde özellikle Avrupa ülkelerinde ülkemize çok yabancı şeyler yaşanıyordu.
Feodal toplumlardan sanayi toplumlarına geçiş süreci kanlı oluyor , işçiler, emekçiler haklarını arama adına sokaklara çıkıyor, baskı ve zulümle karşılaşıyorlardı.
İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da demokratik talepler dile getiriliyor, halk kitleleri ekonomik ve sosyal koşullarının iyileştirilmesi adına baskı ve zulümlere karşı seslerini yükseltiyor, direniyorlardı.
Baskıcı devlet mekanizmalarının sıkı denetiminden kaçırarak basıp yayınladıkları “devrim bildirilerinde” insanca yaşama taleplerini dile getiriyorlardı.
Devrim bildirilerinin hemen hemen tümündeki talep listelerinin en başında ise bir istek yer alıyordu:
Basın özgürlüğü.
Zira, karanlık ortaçağ koşullarından çıkıp ülkelerini daha insanca, demokratik, uygar koşullarda ileri götürme mücadelesini kazanmanın en temel koşullarından birinin, özgür basın’ın var edilmesi olduğunun bilincindeydiler.
Çünkü biliyorlardı ki, ülke insanlarının yönetim ya da egemen sınıf katmanlarında yapılan her “kötü işten” haberdar olması, bu kötü işlere karşı çıkması, direnmesi ve örgütlü olarak mücadele edebilmesi için, basın özgürlüğü ekmek kadar, su kadar önemli bir ihtiyaçtı.
Basın, özgürce haber alma ve haber verme yetki ve yeterliliğine sahip olursa, o kötü işleri yapanların duraklamak zorunda kalacağını, kendine çeki düzen vermeye çalışacağını biliyorlardı.
Bunun için, ayağa kalkmış halk yığınları özgür basın taleplerini hep gündemde tutuyor, her toplumsal hareketlerinde dile getirmeyi ihmal etmiyorlardı.
Tabii ki bu taleplerinde en büyük talepkarlar, basın mensuplarının kendileriydi.
Gazeteciler, bu süreçte ilk kez, gazete çıkarmanın, haber yazmanın, halkı ilgilendiren çok daha ileri anlamları olduğunun bilincine varmışlardı.
O anlayışa göre, basın özgürlüğü, sadece oraya- buraya girip çıkmak, haber kaynaklarına rahatça ulaşmak, sonra da elde edilen bilgileri haberleştirip okurlara sunmaktan ibaret değildi.
Gazeteciliğin bir felsefesi, bir etik anlayışı, genel kabul gören yansızlık, doğruluk, dürüstlük, cesaret gibi ilkeleri olmalıydı.(Ünlü yazar ve gazeteci George Orwell, o günlerden yüz yıl kadar sonra, “gazetecilik, birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır; gerisi halkla ilişkilerdir” diyecekti.)
Sonra Avrupa’da ülkelerin rejimleri değişti , halkın mücadelesi sonucu talepleri konusunda büyük kazanımlar elde edildi ve “burjuva demokrasileri” kuruldu.
Basın özgürlüğü kavramı giderek genişletildi, ilkeler, teknikler oluşturuldu. Aradan geçen iki yüz yılda, zaman zaman dönemlerin koşullarında değişerek, daraltılıp- genişletilerek, bazen kötü niyetli uygulamalarla yozlaşarak, yeni teknolojilerin etkisiyle bambaşka şekillere bürünerek bugünlere geldi.
Sosyal medya denilen “şey” iki yüz yılda oluşturulmuş tüm ilkeleri yerle bir ederek kendisine genel basın özgürlüğü kavramına pek de uymayan yeni “özgürlük” alanları açtı.
Bu yeni özgürlük alanları, özgür basın’ın üzerine titreyen ülkelerde bile saldırgan, kışkırtıcı, güvenilmez, kural ve ilke tanımaz tutumlarıyla giderek ürküntü veren toplumsal tehlike haline geldiler.
Türkiye’de ise gazetecilik, Takvim-i Vekayi günlerinden sonra bütün bu gelişmelere pek de uymayan şekilde gelişti.
Padişahlık dönemi sona erene kadar pek çok gazete yayın hayatına atıldı. Ancak okuma yazma oranının henüz yüzde beşler düzeyinin bile epeyce altında olması, teknoloji ve dağıtım olanaklarının sınırlılığı gibi nedenlerle gazetecilik saray-Babıali çevrelerinin dışına çıkamadı. “Özgür basın” kavramı ise kurtuluş savaşı yıllarına kadar “Avrupa görmüş” bir avuç aydının hayallerinde kaldı.
Kurtuluş savaşı yıllarında ise, Türkiye’nin pek çok yerinde Kuvvayı Milliyecileri ve ülkenin önemli kısmını işgal eden düşmana karşı mücadeleyi destekleyen gazeteler çıkarıldı. Bunlar, ülkenin kurtuluşuna destek için üzerlerine düşen görevleri, büyük özveri ve cesaretle yerine getirdiler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında da basın özgürlüğü gündemin çok üst sıralarında değildi. Kurulmakta olan yeni rejime destek için mevcut gazeteler ellerinden gelini yapıyorlardı. Tek tük muhalif sesler çıksa da bunlar fazla duyulma olanağı bulamıyordu. Zaten dönemin önemli gazetecilerinin bir bölümü, iktidardaki tek partinin saflarında, aktif siyasetin içindeydiler.
Çok partili döneme girildikten sonra, Türk basınında hareketlenmeler arttı. Özellikle 1940’lı yıllarda, muhalif gazeteciler cezaevleriyle tanışmaya başladı.
Bu “gelenek” 1950’li yıllarda da devam etti. Tek fark, iktidar partisinin değişmesiyle, devlet baskısı gören, cezaevlerine atılan gazetecilerin de “kimlik” değiştirmeliydi. Bu kez de yeni iktidara muhalif olmak baskı görme ve tutuklanma nedeniydi.
Türkiye’de basın özgürlüğünün “altın çağı” 1960’larda yaşandı. Bu dönem, ülkenin bu güne kadar gördüğü vatandaş hak ve özgürlükleri açısından en “düzgün” anayasa olan 1961 anayasasının rüzgarıyla ve çalışma yasalarında yapılan düzenlemelerle, gazetecilerin özlük haklarının da düzeltilmeye çalışıldığı bir dönem oldu. 212 sayılı basın emekçilerini ilgilendiren yasanın yürürlüğe girmesi, sendikal faaliyetlerin serbestçe yürütülmesi, gazetecilere hem sosyal yaşamlarında, hem gazetecilik görevlerini giderek daha özgürce yerine getirmelerinde kolaylıklar sağladı.
Ne var ki, 1960 ‘ın 27 mayısında yapılan darbe, bundan sonraki 50-60 yıl için askerlerin demokrasiyi , anayasayı askıya alma, ellerine ülkeyi dış güçlerden korusunlar diye verilen ve parası halktan çıkan silahları halka doğrultma yetkilerini -çok da fazla itiraz olmadan- üzerlerine alabilmeleri için yol olmuştu.
Ayrıca, silah zoruyla kendilerinde ülke yönetimine “bütünüyle el koyma- yetkisi gören askeri cuntaların ilk hedefi her zaman için özgür basındı.
Özgür basın’a tahammülleri yoktu, çünkü yapılan hukuksuzlukların, insan hakları ihlallerinin, baskı ve zulüm’ün basın organları tarafından ülkeye ve dünyaya duyurulması işlerine gelmiyordu.
Koydukları yasakları “ihlal eden” gazeteler kapatılıyor, gazeteciler zindanlara atılıyor, başının sesi kısılıyordu.
Cunta liderleri, “halk bir şeyler öğrenecekse onu da biz öğretiriz” havasında , akıllarına estiği gibi, kimseye hesap verme durumu olmadan istedikleri baskı ve zulümleri uygulamaktan geri kalmıyorlardı.
12 Eylül rejimi “resmen” bitirilip sivil yaşama geçildiği seçimlerle deklare edildikten sonra da sıkıyönetim uygulamaları devam etti.
Ardından PKK terörünün gemi azıya almasıyla birlikte güneydoğu Anadolu’da ilan edilen olağanüstü hal uygulamasının da basın özgürlüğü açısından sıkıyönetimden farkı yoktu. Hatta bölgede, terör örgütünün saldırı ve tehditleri gazeteciler için yeni tehlikeler yaratıyordu.
2000’li yıllara kadar anayasa’daki “basın hürdür sansür edilemez” hükmü hep “ancak”larla sınırlandı.
Üstelik, 90’lı yıllarda, devletin göz yummasıyla yurt dışından yayın yapıp bütün ülkeye ulaşabilen özel televizyonlar yüzünden kural tanımaz bir yozlaşma dönemi yaşandı. Adı basın’dan medya’ya dönüşen sektörde, “basın ya da medya özgürlüğü” kavramı kullanılarak, haberciliğin temel kuralları yerle bir edildi.
Her biri başka sektörlerde de faaliyet gösteren medya patronlarından bazıları, ellerindeki yayın olanaklarını kullanarak kimi zaman da şantajla ihaleler almaya, kimileri kanallarında çalışan “gazetecilere” devlet ve hükümetler katında iş takipçiliği yaptırmaya başladılar.
Aslında Özal’la başlayan”serbest piyasacı” dönemde, gazetelerin üst düzey yöneticilerinin başbakanlarla, bakanlarla “samimiyetleri” önceden görülmemiş ölçüde arttı. Çalışan gazetecilerin ücretleri göreceli olarak yüksek görünse de, gazetelerdeki sendikalaşma sıfırlandı.Özel tv ve radyolarda zaten hiç başlamadı.
Çalışanlar için sosyal haklar, iş güvencesi sendikasızlaşmayla birlikte ortadan kalktı.
Türkiye’de 1961 anayasası ve o dönemde çıkarılan yasalarla görece genişleyen basın özgürlüğü, 1971 12 Mart dönemi sonrası sıkıyönetimlerle daraltılırken, 12 Eylül darbesinden sonra ortadan kaldırıldı. Daha sonra yönetimlerin “izin verdiği” ölçüde kullanılabildi.
Yeni milenyumda, yani 2000 sonrasında ise sadece medya çalışanlarının değil, patronların da dayatmalarla karşılaştığı, bunlara uymayanların “sektörden” çekilmek zorunda kaldığı günler yaşadık. Artık hiç kimsenin güvencesi yoktu ve böylesi durumlarda hep görüldüğü gibi “yandaşlık” dönemi başladı.
Artık gazeteciliğin, medyanın haber yapmadaki temel ilkeleri, doğru habercilik, tarafsızlık, çifte doğrulatma ilkesi gibi vazgeçilemez zorunluluklar , kendileri yandaş çevrelere eklemleyenlerin umurunda bile değildi.
İşsiz bırakılmış, işlerinden atılmış, zar zor buldukları imkanları yetersiz işlerde olumsuz koşullarda hayatını sürdürmeye çalışan ama kalemini satmayı reddeden gazeteciler ise var olmaya, olan biteni hüzünle izlemeye devam ediyorlardı.
Akıllarında hala “basın hürdür sansür edilemez” diyen anayasa hükmüne karşı, değişmeyen bir soru vardı:
“Özgür basın gerçekten özgür mü?”
Çünkü biliyorlardı ki, basın özgürlüğü yalnızca serbestçe haber yapıp, yazı yazıp yayınlamaktan ibaret değildi.
Gazete (medya) çalışanlarının başta iş güvencesi olmak üzere sosyal ve özlük haklarına sahip olmaları, başının özgür olmasının en temel koşullarından biriydi.
Kaynağa ulaşabilmeleri, en üst düzey devlet görevlilerine rahatça ulaşıp rahatça sorus sorabilmeleri, haber ve yazılarını serbestçe yazma konusunda bizzat kendi yöneticilerine karşı korunaklı olmaları gerekiyordu.
Doğrusu, basın özgürlüğü ülkenin iyi yönetilmesi, yolsuzluk ve kırsızlıklardan uzak kalması, demokrasinin her bireyi kapsayacak şekilde genişlemesi, adalet ve yargı sisteminin düzgün çalışması için de zorunluydu.
Çünkü özgür basın, toplumu her kesiminin devlette görevli birimleri ya da ekonomiye hakim sınıfları denetleme mekanizmalarını birbirinden haberdar edecek, toplumu bir arada tutacak en güçlü yapıştırıcıydı.
Coşkun KARTAL/Gazeteci
Coşkun KARTAL/kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 13 Kasım 2023