Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ile Küreselleşme ve Ulus Devletler Üzerine
Yazar: Muzaffer Çitçi
Üsküdar Üniversitesi’nden Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ile küreselleşme ve ulus devletler üzerine konuştuk. Sorularımıza verdiği samimi yanıtları için kendisine teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
Küreselleşen dünyada artık sınırların zorlandığını görüyoruz hocam. Buna tepki olarak da totaliter sistemler ve “seçilmiş krallar”ın yükselişte olduğunu anlıyoruz. Ülke halkları ne istiyor? Neden bu sistemler yükselişte?
İçinde yaşadığımız zamanın ruhu “belirsizlik ve güvensizlik” üzerine bina edilmiş görünüyor ve temel sorun da bu. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde nefes alma, beslenme, boşaltım sistemi vs. gibi fizyolojik ihtiyaçların hemen sonrasında güvenlik ihtiyacının olduğunu görürüz.
Demokrasi, insan hakları, tanınma vs. gibi ihtiyaçlar bu iki ön koşulun tamamlanmasının ardından ancak sıraya girebiliyor. 21. Yüzyıl, 11 Eylül 2001 ile başlayan ve 2008-2009 ekonomik krizi ile devam eden süreçte bir de pandemi ile yüzleşti. Yani tam bir krizler yüzyılı. Tüm bunların yanına bir de Arap baharı, Çin-ABD rekabeti, Rusya’nın askeri saldırganlığı gibi faktörlerle hızlanan jeopolitik mücadele girince ortalık yangın yerine dönmüş durumda. O yüzden kitleler, kendisini koruyacak, somut, belirli ve kararlı sistemlere yönelerek güvenlik ihtiyacının karşılanmasını önceleyen arayışlara yöneliyor. Sandıklara gidip krallarımızı, başkomutanlarımızı seçiyoruz.
Duvar kitabınızda da bahsetmiştiniz: Dünyanın ruhunun değiştiği, 1987’de Ronald Reagan’ın Berlin’de yaptığı konuşmadaki “yıkın bu duvarı” talimatının yerini şimdilerde Trump’ın “duvar korur” söylemine bıraktığı, “Sınırları olmayan dünya” kavramının çoktan tarihe gömüldüğünden ve önümüzdeki dönemde bir duvarlar yüzyılından bahsediyorsunuz. Nedir bu duvarlar yüzyılı?
Berlin duvarı yıkıldığında dünyada sadece bir düzine kadar sınır duvarı vardı. Bugün doksanları bulmak üzere. Yani sınırların geçirgen olduğu küresel köyden, ülkeleri çevreleyen surların uzaydan göründüğü yeni bir ortaçağ sistemine geçiyoruz. Her ulus kendi duvarının ardına hapsoluyor. Bu; gerek bireyler, gerekse uluslararasında etkileşim ve iletişimi çok sınırlayabilecek bir durum. Coğrafyaları aşan tek yer siber alan ve muhtemelen buraya yönelik de devletlerarası bir müdahale gelecektir. Zamanın ruhu duvar yıkma değil, duvar dikme üzerine kurulu.
Yine kitabınızda “hobbesçu korku”, “güvenlik ikilemi” ve “biz ve onlar” gibi kavramları kullanarak savunma psikolojisi açısında duvarların önemine değiniyorsunuz. Peki şu an ki konjonktür nedir hocam küreselciler mi başarıyor yoksa duvar örmek isteyenler mi?
Şimdilik duvar dikiciler önde gibi ama her tez kendi antitezini besler. Bu rekabet farklı formlarda ezelden beri devam eden bir kölelik-özgürlük diyalektiğinin yeni sürümü. Korku, kitleleri manipüle edebilmek için en güçlü silah olsa da özgürlük ve sınırları yıkma eğiliminin hiç bir zaman sonsuza kadar yok edilemediğini de şuraya yazalım.
Sanıyorum küreselciler duvarları yıkmak için mülteci ve sığınmacılar kartını öne sürüyor. Ortadoğu coğrafyasından ciddi bir göç dalgası söz konusu. Bizim ülkemiz de bundan etkilenen ülkelerden biri. Mültecilerin beraberinde getirdikleri “kültürleriyle”, gittikleri ülkeleri kültürel erozyona uğrattığı sıkça söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu mesele çok çetrefilli ve karmaşık. Esasen dışarıdan gelen göçler özellikle genişlemeye meyyal emperyal kültürün olmazsa olmaz zenginliğidir. Her gelen cebinde kendi rengiyle, zenginliğiyle, umutlarıyla ve kültürel katkısıyla gelir. Lakin Türkiye’nin sorunu bu akışın çok kısa sürede ve olağanüstü sayılarda olması ve gelenlerin daha çok olumlu birikimleriyle değil, kitlesel travmalarıyla gelmesi. Yerel kültürler doğal olarak bundan rahatsız. Bu kadar büyük bir sayı bu kadar kısa sürede absorbe edilemez. Sorun, hatta kriz çıkması kaçınılmaz.
Çin-ABD-Rusya-Avrupa ve Türkiye ekseninde bakacak olursak bu ülkelerin stratejileri nedir sizce? Hangileri duvar örmek istiyor hangileri küreselleşmeyi hızlandırmaya çalışıyor?
Her birinin kendine özgü görünen ve görünmeyen duvarları var. Aktörler kendileri rahatça küresel ortamda salınsın, ama rakipleri kesinlikle kendi ülkesel sınırlarına gelmesin istiyor. Bu mücadele siber alana, savunma sanayii ne ve altyapı teknolojilerine uzandı bile. Küreselleşme zaten başından beri devlet olmayan aktörlerin lokomotifliğinde gelişiyordu. Devletler şimdi sadece birbirlerine karşı değil, onlara karşı da duvar örüyor.
Şu an tartışılan iki tez var; birisi ulus devletlerin artık tarihe karıştığını savunurken diğer tez ise ulus devletlerin ulus devlet olma normlarını pekiştirdiğini yeniden yükselişe geçtiğini savunuyor. Siz bu tartışmanın hangi tarafındasınız? Sizce hangi tez gerçekleşmeye daha yakın?
Ulus devlet modelinin bittiğini ama yerine daha güçlü bir devlet mekanizmasının öne çıkacağı modern tebaa-devlet sisteminin başlayacağını düşünüyorum. Ulus devletlerde devlet birey ilişkisi haklar ve sorumluluklar üzerine bina edilmiştir. Vatandaş hakları ile sorumluluklarının dengelenmesini talep eder. Oysa tebaa-devlette sadece görevler vardır. Devletin haklarında söz edebilirsiniz, bu yorumum da totaliter bir sistem beklentimi açığa çıkarıyor sanırım.
Son olarak hocam bu “duvarlar” dışarıya karşı tehdit için bazı ülkelerin kendi halkları tarafından desteklense de ilerisi için iktidarlar tarafından kullanışlı bir argüman olarak o ülkedeki bazı hakları, kazanımları “kısıtlayıcı” riskler taşıyor mu?
Zaten duvar dışarıya karşı inşa edilse de esas işlevi içeridekine karşıdır. Toplumda daimi bir tehlike algısını içselleştirici bir görevi vardır. Tehlike ve tehdit hep alarm durumunda tutar ve kitleyi koruyucu arayışına yönlendirir. Benim kullandığım anlamda “duvar” bir metafordur; ulusal sınırları korumak için inşa edilir ama aslen zihnimizin sınırlarını koyar.
Kaynak : Stratejik Ortak
https://tinyurl.com/ylpg8y8c