📽️BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK “MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK” İLE ÖZDEŞTİR (9 / 1) BÖLÜM)

0

📽️BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK “MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK” İLE ÖZDEŞTİR (9 / 1 BÖLÜM)

LÜFER DEVRİ: 1858-1909

Asaf Muammer Boğaziçi’nin “balık ve balıkçılık kültürü”nü 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın ilk yıllarından lüfer avını “lüfer âlemi” deyimini kullanarak anlatırken, bu âlemin özellikle Kanlıca Körfezi’nde geçen bölümünün adeta kelimelerle resmini çiziyor (2015: 30-31):

Asaf Muammer

“Bu âlem neredeyse lüfere tahsis edilirdi. Zira lüfer Boğaziçi’nde olta ile tutulan balıkların en işvelisi ve en kurnazıdır. Hiçbir zaman, bollaşsa bile değeri düşmeyen bu balık, başka hiçbir balıkla mukayese edilemez. Gelelim o eski âlemlere. Bu âlemler mehtaplı gecelere tesadüf ederse, onun tadına doyum olmazdı. Bilhassa Eylül mehtabı… Bu ayda tutulan lüfere “otlak lüferi” denirdi. O zaman balık, Boğaz’ın berrak sularında bütün zekâsını kullanarak hareket eder.

Bu âleme sadece bir balıkçılık âlemi demek pek insafsızlık olur. Zira Boğaziçi’nde mehtaplı bir geceye rastlayan bir balıkçılık âlemi musikinin, şiirin, nüktenin çok ahenkli bir şekilde imtizaç etmesi dolayısıyla bambaşka bir hususiyet kazanırdı.

Mehtabın ziyasından (ışığından) sefayâb (neşelenmek) isteyenleri bu bediî (estetik) zevkten mahrum etmemek maksadıyla, hastalar dahi lamba yakmazlar mehtabın sefabahş (neşe veren) ziyasına başka ışık karıştırmamak için sandallardakiler sigara ateşlerini bile avuçlarının içine saklarlardı. Bu esnada lüfer tutulur, kulak ve gözlerin kendine düşen hisselerini alabilmesi için, hiç kimse başkasını rahatsız etmezdi.

Gece yarısına kadar süren lüfer âleminde sandallarda aynı zamanda aşçıların da bulunduğunu yine Asaf Muammer’in hatıralarından öğreniyoruz (2015: 32):

Sandala alınmış olan aşçılar, mangalları nar gibi yakarlar, balıkları hemen tutulur tutulmaz ızgara ederek beyefendilerine ikram ederlerdi. Burada da adeta anane haline gelmiş bir tahabat (yemek pişirme) terbiyesi vardı. Balıkları yaprağa veya kâğıda sararak ızgara ederdi. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi gaye haline varmış nezaket mahsulü idi. Balıkları buram buram tüttürerek civardakileri rahatsız etmemek, fakir fukarayı rencide etmemek ve estetik bakımdan da balığın doğal rengini bozmamak için.

Bu lüfer âlemleri üzerinden yaşanılanları bir ressamın fırçasını kullandığı ustalıkla kelimelerle anlatan Asaf Muammer, bu döneme de “Lüfer Devri” adını veriyor ve kavramını şöyle gerekçelendiriyor (2015: 30):

“O eski balıkçılık âlemleri ne kadar kutsaldı. O âlemleri şimdi şu anda muhayyilemde pırıl pırıl yanan bir avizeye teşbih (benzetmek) ediyorum. Nasıl tarihimizde bir Lale Devri varsa, bir de Lüfer Devri vardır. Boğaz’da oturan ekâbir, lüfer balığına çıkardı.

Bilmem ki size bu âlemi bütün şaşaasıyla (görkem, gösteriş) hikâye edebilecek miyim? Ekseri akşamlar, bazı sultanzadelerin bu ava karıştıkları görülürdü. Mesela Mahmud Celaleddin Paşa’nın Celaleddin Bey de bu âlemleri kaçırmazdı. Bilhassa çok mühim bir noktayı da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu âlemlerdeki nezahet, zarafet, nezaket haddi-azamiye varmıştı. Bütün bu incelikleri nefsine cem etmiş (toplamış) bulunan bu balıkçılık âlemine Lale Devri’ne teşbihle (benzetmekle) Lüfer Devri diyorum.”

Et ve Balık Kurumu’nun, döneminin çok ilerisinde içeriklerle yayınlanan Balık ve Balıkçılık Dergisi’nde Ocak 1955’ten Nisan 1958’e kadar Rıdvan Tezel tarafından, Yakın Tarihlerden Birkaç Yaprak başlığı ile yayınlanan 21 mülakat (söyleşi), ismi açıklanmadan Asaf Muammer ile yapılmıştır. Rıdvan Tezel, neredeyse her ay yalısına giderek, “muhterem beyefendi”, “aziz muhatabım” gibi hitaplarla  seslendiği  bu gizemli usta balıkçının adını vermemiştir. Ancak bir tarihçi/akademisyen  olarak araştırmalarını titizlikle sürdüren Ruhi Güler, bu kişinin Asaf Muammer olduğunu belirlemiş ve bu mülakatları toplayarak, Asaf Muammer adına, vefatından yaklaşık yarım asır sonra çok değerli bir eser hazırlamıştır.

Bu eserde geçen “Lüfer Devri” kavramını da “I. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu”nda aynı adla bir bildiri olarak sunan Ruhi Güler, kavramın Lale Devri’ne benzetilirkenki ritüelleriyle, hangi tarihleri içerdiğini de bu çalışmasında irdeler. Güler (2014) dönemi Cevdet Paşa’nın Tezakir’de padişah damatlarının lüfer avına katıldığı rivayetlerini bile eleştirdiği 1858 yılından başlatıp, Sultan Abdülhamid’in saltanatının sonu olan 1909 ile bitirir.

Lüfer Devri ile Lale Devri’ni benzeştiren özelliklerden biri de ‘şehr-ayin (şehir ritüeli, şehir eğlencesi)’dir. Asaf Muammer’e göre, lüfer âlemlerinin edebiyat, musiki ve mizah gibi sanat dallarıyla da sıkı ilişkisi bulunmaktadır (2015: 31):

“Zira Boğaziçi’nde mehtaplı bir geceye rastlayan bir balıkçılık âlemi musikinin, şiirin, nüktenin çok ahenkli bir şekilde imtizac etmesi (kaynaşması) dolayısıyla, bambaşka bir hususiyet kazanırdı. Balık tutulurken, sandallar arasında şiirler teati edilir, zarif nükteler savrulurken, bazen alat-ı musikiyenin ruhnevaz nağmelerine, davudî bir sesin cevap verdiği olurdu. Zaman zaman Dede’lerden, Sadullah Ağa’lardan besteler geçilir, diğer sandallardan, sükûnetle, zevkle dinlenirdi. Kanlıca Koyu’ndan akseden bu nağmeler, kulaklarda hoş sedalar hâsıl eder, geceyi daha rengin bir hale sokardı. O kadar çıt çıkmazdı ki, kürekler adeta ses çıkarmayacak bir şekilde denize batar, ne bir iskarmoz gıcırtısı ne de destur sesi duyulurdu. Bu şiir âleminde, ister molla beyler, ister ekâbir olsun, isterse balıkçı olsun gecenin sırrı içinde kaybolurdu.”

Lüfer âlemlerinin gerçekleşmesinde en önemli amil (etken) lüfer avı olmakla beraber lüferin olmadığı zamanlarda da şiirin, musikinin ve nüktenin Boğaz koylarının mehtaplı gecelerinde yankılandığı görülmektedir. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey bu eğlencelerin merkezi olan Kanlıca Körfezi’ndeki lüfer devri eğlencelerini şöyle anlatır (Çoruk, 2001’den akt. Güler, 2014: 250):

“Boğaziçi’nde balığa çıkanların çoğu lüfer avcılığına düşkün idiler. Lüfer saydıgâhının en meşhuru Kanlıca Körfezi olduğu için mehtap gecelerinde o koca körfez kayık ve sandallarla dolar. Eğer balık çıkmakta ise ortada ses seda çıkmaz. Şayet balık çıkmazsa şarkılar, gazelleri taklitler ayyuka çıkardı. O ne eğlencelerdi. İnsan şimdi hikâyesinde bile bir lezzet buluyor.”

Lüferin toplumun bütün katmanlarının ortak tutkusu haline gelmesi, lüfer âlemlerinin Boğaz’a, Haliç’e ve İstanbul’un Marmara kıyılarına yakın mesafede oturanların da katıldığı bir uğraş ve eğlencedir (Güler, 2014: 259).

BALIKÇI PADİŞAHLAR: SULTAN ABDÜLAZİZ VE SULTAN ABDÜLHAMİD

Lüferin İstanbul’da toplumun tüm sosyal katmanlarını birleştirici özelliği var. Balıkçı, halk, Osmanlı Saray bürokrasisindeki paşalar ve padişahlara kadar giden, sosyal hiyerarşinin merkezinde bir balık lüfer. “Balık” deyince “lüfer” reaksiyonu veren İstanbullunun (diğer balıkları İstanbullular isimleriyle ister) bir ortak noktada tatlı bir sohbet/muhabbet yakalamasına da yardımcı olan lüfer, “Balıkçı Padişahlar” da yaratmıştır. Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid kamuoyunun lüfer devrini de yaratan ilgisinden uzak kalamamış ve bu dönemin güzelliğine bizzat katılmışlardır.

İstanbul Radyosu’nda sohbet programları yapan Eşref Şefik, Osmanlı sosyal yaşamının bütün katmanlarında etkili olan lüfer tutkusunun başlangıç noktasını Sultan Abdülaziz dönemindeki Abraham Paşa (1833-1918) ile başlatır.

Büyükdere’de şimdilerde bir Kuveytli iş adamına satılmış olan Kocataş Yalısı’nın sahibi olan Abraham Paşa önemli bir diplomattır.

Abraham Paşa ayan azalığına kadar yükseldikten sonra İstanbul’un zarif, nüktedan ağniyası (zenginler, ganiler, varsıllar) içinde zevklerine inanılan insanlardan biri olmuştu: Onun intihab ettiği mesireler, sular ve heveslendiği şeyler kibar sınıfına çabuk yayılırdı. Abraham Paşa’nın balık merakına lüfercilikle tutulduğu eski balıkçıların hatıralarından fark olunur.

Abraham Paşa ve balık merakını sirayet ettirdiği ahbapları lüferden başka balıkları avlamaya pek iltifat etmezlermiş (Şefik 1941’den akt. Güler, 2014: 256)

Ali Pasiner

Ali Pasiner de, lüfer merakının Osmanlı bürokrasisindeki başlangıç noktasında görülen Abraham Paşa ile ilgili şu öyküyü anlatır (2001: 19):

“Abraham Paşa balık avı sırasında üşümemek için kendisine özel bir sandal yaptırmıştır. Sandalın üst kısmını, şimdiki motorlu tekneler gibi camekânla kapattırmış, iç kısmının ambarında da etrafı küpeşteli büyük bir delik açtırmıştır. Paşa oltasını bu delikten bırakıp yıllarca kar kış demeden Boğaz’da balığını tutmuştur. Balık avına meraklı olanlar arasında Sahip Molla Bey ve Sait Halim Paşa’nın da adları sık sık geçer.

Bu arada lüfer merakı bazı Osmanlı padişahlarını da lüfer eğlencelerine  katılacak kadar etkilemiştir. Sultan Abdülaziz 1861’de tahta çıktığında halkın hoşlandığı şeyleri merak eder ve aynı zamanda bir padişahta hangi hasletler bulunduğunda halkın o padişahı seveceğine dair araştırma yapar. Bu meyanda kendisine lüfer âlemlerinden bahsedilir. Veliahtlığı ve padişahlığı zamanında özel hizmetinde ve sohbetlerinde bulundurduğu Nevres Paşa, Sultan Abdülaziz’e Kanlıca Körfezi’nde mehtaplı gecelerde gerçekleştirilen lüfer avını inceden inceye anlatır (Güler, 2014: 259).

Osmanlı’da balık menülerini seven padişahlar arasında Fatih Sultan Mehmed  ve II. Mahmud’un adları geçse de lüfer peşinde balığa çıkanlar da vardır.

Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid balıkçı padişahlardır. Pasiner, devrinin  önemli yazarlarından Münir Süleyman Çapanoğlu’ndan lüfere merak saran, kıyafet değiştirip diğer meraklılar ve balıkçılarla kıyasıya rekabete giren Abdülaziz’in balıkçılık öyküsünü şöyle aktarır (2001: 20-21):

“Üstat Recaizade Ekrem’in babası Recai Efendi, zarif ve nüktedan bir adamdı. Ancak aksileştiği, saati saatine uymayan zamanları da vardı. Ve muhakkak ki keyif ehliydi.

Lüfer mevsiminde sandalına kurulur, oltalarını alarak hamlacısıyla balık yatağı olan yerlere giderdi. Bir akşam Recai Efendi balığa çıkmıştı. O akşam Sultan Abdülaziz de lüfere çıkmıştı. Yanında başmabeyncisi Nevres Paşa vardı. Her ikisi de kıyafetlerini ustalıkla değiştirmişlerdi. Padişah tek çifte bir sandala binmişti. Bir ara sandallar birbirine yaklaştı. Sultan Abdülaziz, Recai Efendi’yi kızdırmak istedi ve Nevres Paşa’ya “Takılıver ona biraz!” dedi. Sultan Abdülaziz Nevres Paşayı dürterek, Recai Efendi’ye takılmaya devam etmesini fısıldıyordu. Bunu Recai Efendi de gördü. Paşa sesini yükselterek “Biz de bir şey avlayamadık, Nil ve Fırat’ı kurutan mübarek kalemin bugün de denizi kuruttu.” dedi. Bu söz Recai Efendi’yi çok öfkelendirdi. “Kabahat sende değil seni kışkırtıp üzerime saldırtan yanındaki kara sakallı da” diyerek hamlacısına (kürekçi) “Çek yalıya!” emri verdi. Ertesi gün Abdülaziz’in yaveri, Recai Efendi’yi ziyaret ederek, elindeki kırmızı keseyi, “Bu Atiyye-i Şahane’yi dün akşam lüfer avındaki kara sakallı gönderdi.” diyerek verdi.

Bu öykü dışında yazılı belgelere geçmiş, bizzat lüfer avlayan padişaha dair tek bulgu ise Sultan Abdülhamid ile ilgilidir:

Sultan II. Abdülhamid, yalnızca lüfer sever değil aynı zamanda bir lüfercidir. Yakınlarda hatıratı yayınlanan Eğinli Said Paşa, Beykoz’a giden Abdülhamid’in akşamüzeri köyden sağlanan olta takımı ile lüfer avına çıktığını, saat on ikiye kadar on altı kadar lüfer tutulduğunu, bunların iki tanesini padişahın tuttuğunu anlatır.  (Erkan, 2001’den akt. Güler, 2014: 262)

LÜFERE GÜMÜŞ ZOKA DÖKTÜREN SADRÂZAM


Halkın ve balıkçıların lüfer için hazırladıkları zokaları dönem başlamadan kısa süre önce cıva ile parlattıkları bilinir, ancak lüfere merakıyla ünlü sadrazam Said Halim Paşa (I. Dünya Savaşı yıllarında (1913-1917) sadrazam olarak görev yapmıştır) ile üç şeyhülislam çıkaran Pirizade Sahip Molla ailesinden Sahip Molla da, Eşref Şefik’in anılarında lüfer için “gümüş zoka” döktürenler arasındadır (Şefik, 1945’ten akt. Güler, 2014: 262-263).

Said Halim Paşa ile Sahip Molla’nın ünlü gümüş zokalarını ağzında taşıyarak  oltalarından kaçmayı başaran lüferler balıkçılar tarafından yakalandığında ise balığa dokunulmaz, derhal paşaların yalılarına bizzat lüferi yakalayan balıkçı tarafından götürülür, karşılığında da bir kese altın ile ödüllendirilirlermiş (Pasiner, 2001: 230).

Yine Ali Pasiner, döktüğü lüfer zokaları da efsane olan Asaf Muammer’i bir reklamcının kaleminden anlatırken, kendisine lüfer devrinin ve lüfer ortak sevdasının bir mirası olarak eliyle döktüğü zokaların kalıplarını hediye ettiği hayalini şöyle öyküye çevirir (2001: 103-109):

“Kış yaklaşıyor, bir türlü Kandilli’yi bırakıp şehre inemiyoruz. Burası o kadar güzel ki sert bir karayel esiyor, olta atıp balığa çıkmak istemiyorum. Hemen yanımızdaki  Edip Efendi Yalısı’nı gezmek geliyor içimden. Edip Efendi’nin torunu, Asaf Bey’in oğlu Muammer Bey yazar, ressam ve bilgili bir denizci ve usta bir balıkçı. Muammer Bey zamanında yalı, entelektüellerin toplantı yeri olmuş, pek çok tanınmış edebi simanın yanında üniversite hocaları öğrenci gruplarıyla yalıyı ziyaret ederler, semaverler ateşlenir; edebiyat, sanat, politika üzerine uzun sohbetler edilirmiş. Sanatçılığının yanında usta bir denizci olan Muammer Bey, kotrası “Azade” ile Boğaz’ın rüzgârını yelkenine doldurup sert havalarda bile denize çıkarmış.

Yalının Rumelihisarı’na bakan kabul salonuna giriyorum. Sedirlerden birine oturup pencereden bakıyorum. Sular adeta kaynıyor. Karşıda Bebek Koyu’nda sandallarda, akşam balığı için yem tutuluyor. Kâh yavaş, kâh hızlı akan sulara bakarken içim geçip dalmışım. Odanın kapısının açıldığını hissettim. Elinde kahverengi yağlı kâğıda sarılı bir paketle Asaf Muammer Bey içeri girdi. Paketi masanın üzerine bırakıp “Çok beklettim sizi, efendi oğlum, affedin.” dedi. “Estağfurullah beyefendi haddime mi!” diye cevap verdim. Üzerinde bordo ipek bir ropdöşambır, boynunda şık bir fular, ince bıyıkları ve zarif görünümüyle karşımdaydı. Sedef kakmalı koltuğa oturup bir süre Boğaz’ı seyretti. İkimiz de boş yere eski zamanlardaki Boğaz’ı arıyor gibiydik.

Mutlaka, o devirde yetişmiş olan Muammer Bey, Boğaz’ın güzelliklerini tadarak balık tutmuş, mehtap ve lüfer âlemlerine katılmıştı.”

Hikâyesinde “lüfer devri” kavramının da sahibi olan Asaf Muammer’e dönemi bir kez daha birinci kaynaktan anlattıran Ali Pasiner (2001: 109), öyküsünü lüfer zokası kalıpları mirasını hediye olarak alışı ile şöyle bağlar:

“Kaç saat uyumuşum bilmiyorum. Dalmış olduğum uykudan silkinerek uyandım. Camın arasından esen rüzgârdan boynum tutulmuştu. Gözüm Muammer Bey’i aradı. Sedef kakmalı koltuk boştu. Sonra gözüm masaya takıldı. Kahverengi yağlı kâğıda sarılı paket orada duruyordu. Alıp dikkatle açtım. Muammer Bey’in kendi elleriyle kazıdığı lüfer zokası kalıpları avuçlarımın içindeydi.

Devam Edecek…
(LÜFER’İN TOPLUMSAL ORTAK PAYDASINDA İSTANBULLU)

Kaynakça

Abasıyanık, S. F. (2002). Toplu Öyküler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Akçura, G. (1993). Boğaziçi Yazıları. İstanbul: Mas Matbaacılık.

Aktürk, Ş. (2007). “Braudel’den Elias’a ve Hungtington’a ‘Medeniyet’ Kavramının

Kullanımları”. Doğu-Batı Dergisi. 41. 147.

Barthes, R. (2008). Göstergeler İmparatorluğu. (T. Yücel, çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Baudrillard, J. (1991). Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu. (O. Adanır, çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bourdieu, P. (1987). Distinction, A Social Critique of the Judgement of Taste. Cambridge: Harvard University Press.

Çetintaş, B. (2015). “Bir Boğaz Medeniyeti Vardı”. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat

Dergisi. 22. 13.

Derrida, J. (2011). Gramatoloji. (İ. Birkan, çev.). Ankara: Bilgesu Yayınları.

Ferguson, N. (2015). Uygarlık. (N. Elhüseyni, çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

Foucault, M. (2014). Bilginin Arkeolojisi. (V. Urhan, çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Gökalp, M. (Yön.). (2017). Lüfer [Sinema Filmi].

Güler, R. (2014). “Lüfer Devri”. I. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri. 247-248. İstanbul: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Yayınları.

Hemingway, E. (2006). İhtiyar Adam ve Deniz. (O. Azizoğlu, çev.) Ankara: Bilgi Yayınları.

Hisar, A. Ş. (1997). Boğaziçi Mehtapları. İstanbul: Bağlam Yayınları.

Junger, S. (2009). Kusursuz Fırtına. (K. Atak, çev.). İstanbul: Galata Yayınları.

Koç, M. (2004). Türk Edebiyatı’nda Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti. İstanbul: Eren Yayınları.

Lacan, J. (2013). Psikanalizin Dört Temel Kavramı. (N. Erdem, çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

Lyotard, J.-F. (2012). Libidinal Ekonomi. (E. Sünter, çev.). İstanbul: Hil Yayınları.

Melville, H. (2006). Moby Dick. (S. Eyüboğlu ve M. Urgan, çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Muammer, A. (2015). İstanbul Balık Kültürü. (R. Güler, düz.). İstanbul: Küre Yayınları.

Nesin, A. (2014). İstanbul’un Halleri. İstanbul: Nesin Yayınları.

Parla, J. (2015). Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım. İstanbul: İletişim Yayınları.

Pasiner, A. (2001). İki Boğazın Suları. İstanbul: Remzi Yayınları.

Pekin, F. ve Dinç, B. (2004). Efsanevi Başkent İstanbul. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Rasim, A. (Ocak 1954). “Vay Lüfer Vay”. Balık ve Balıkçılık. 2(1). 18.

Sartre, J. P. (1994). Bulantı. (S. Hilav, çev.). İstanbul: Can Yayınları.

Steinbeck, J. (2002). Amerika ve Amerikalılar. (A. Yılmaz, çev.). İstanbul: İş Bankası Yayınları.

Tanpınar, A. H. (2000). Yaşadığım Gibi. İstanbul: Dergah Yayınları.

___________ (2004). Beş Şehir. İstanbul: Dergah Yayınları.

___________ (2009). Huzur. İstanbul: Dergah Yayınları.

Yazıcıoğlu, S. (Mayıs 2013). Medeniyet Kavramı Üzerine Bazı Düşünceler.

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 1 Nisan 2023