Coşkun KARTAL; İKİ ASKERİ DARBE İKİ BAŞBAKAN (1)

0

Siyaseti gazeteci olarak yakından izlemeye başlayalı 50 yılı geçti.

Gazeteci olmadan da, bu ülkede çocukların bile gözüne sokulan siyasal gelişmelere yabancı olmayışım, 65 yıl öncesine dayanıyor.

65 yıl önce, bir 25 Mayıs günü,  Eskişehir’de Sivrihisar caddesinde üstü açık bir arabada elindeki fötr şapkasıyla çevresindeki kalabalığı selamlayarak ilerleyen zamanın başbakanını görmüştüm.

Aracının çevresinde atlılar ve davul zurnalarla bayram havası estirmeye çalışanlar da vardı.

Kalabalığın coşkulu tezahüratı, bu sevgiye mazhar olan kişinin ne kadar “sarsılmaz, güçlü, yenilmez” olduğunu gösteriyor gibiydi.

Ne var ki, o sekiz yaşımın çocuk bakışlarıyla bile durumda bir “tuhaflık” olduğunu hissediyordum.

Elbette, çok sonraları siyasal parti liderlerini izlerken yaptığımız gibi, kalabalığın coşkusunu falan değerlendirip liderin gücünü ölçecek analizler yapma çabamız o yaşta olamazdı.

Ancak, caddenin kaldırımında dururken, davul zurna seslerinin karıştığı bir hengâme içinde, beş-on metre ötemden geçip giden Başbakan Adnan Menderes, yüreğindeki hüznü saklayamıyor gibiydi!

Belki de o görüntü, tam benim önümden geçerken poluşmuş bir rastlantıdan ibaretti; bilemiyorum!

Elindeki şapkayı sallayıp ağır ağır kalabalığın içinde ilerlerken, kafasını yukarıya doğru kaldırmış,  gözlerini ve dudaklarını sıkı sıkıya kapatmıştı.

 Sanki, çevresindekilere hiç bakmadan, kendi içinde , yaşadığı bir sıkıntının muhasebesini yapıyordu.

Çok sonra öğrendiğimize göre, Menderes Eskişehir askeri havaalanına geldiğinde, kendisini karşılamak üzere uçağın yakınında bekleyen subaylardan oluşan tören birliği,  kendilerini selamlamak isteyen Başbakan’a bir komutla sırtını dönmüştü.

Anlaşılan, benim çocuk gözlerimle bile unutamadığım sıkıntılı hali, bu “darbe işaretinin” 10-15 dakika sonrasına rastlıyordu.

Sonra kendisiyle birlikte ilerleyen kalabalığın ortasında önümden geçip gitti.

Vilayetin önüne gitmiş, orada konuşma yapmak isterken mikrofonun kabloları kesilmiş, bir şeyler olmuş; hep sonradan duyduk.

Ancak, bir gece sonra, radyolardan yükselen bir ses unutulacak gibi değildi.

“Türk silahlı kuvvetleri, idareye el koymuştur.

Başbakan Adnan Menderes Kütahya yolunda yakalanmıştır!”

Sonraki gelişmeler herkesin malumu!

Çok sonraları hep düşünmüşümdür.

İdam cezasının infazıyla ölümünün ardından 64 yıl geçmesine rağmen, bunun yarattığı büyük toplumsal travmanın “kahramanı” olan Menderes ,asılmayıp , darbeden bir süre sonra siyaset yapmasına izin verilseydi ne olurdu diye. 

Sanırım, 1950-1960 arasının o siyaseten şaşaalı günlerini yeniden ulaşması zordu!

Hatta, Yassıada mahkemesindeki duruşmalar sırasında sergilediği teslimiyetçi görünen  tavır, aslında bir “lider olarak” o mahkemenin meşruiyetini kabul etmemesi gerekirken mahkeme başkanına her söz aldığında “reis beyefendi” diye boynu bükük hitap etmesi de, kendi yandaşları arasında bile tepki yaratabiliyordu. 

Bu tavır, ileride siyasete dönebilse bile seçmenleri arasında güvensizliğe yol açabilir ve yeniden iktidar olabilme yolunda sıkıntı yaratırdı!

Doğal olarak üç genel seçim kazanıp ülkeyi on yıl yönettikten sonra  bir darbeyi önleyememenin de siyaseten bir karşılığı olurdu. 

Ayrıca, yetişen ve eskinin heyecanını tam olarak duymayan kuşakların yeni yaşam koşullarına uydukları “zamanın ruhu kavramı da söz konusuydu. 

Türkiye, Demokrat Partili eski günleri geride bırakmış, Adalet Partili yeni zamanı yaşıyordu.

30 yıldır İsmet Paşa gibi bir tarihi kişiliğin yönettiği CHP’de bile, genel başkanın “ortanın solu” diyerek zamana ayak uydurmaya çalışmasına rağmen, onu yerinden etmeye yönelik değişim rüzgarları esiyordu.

( Nitekim 1961’de  “yaşlı” olduğu gerekçesiyle idam cezası infaz edilmeyen DP’nin cumhurbaşkanı Celal Bayar, dört yıl hapis yattıktan sonra “affedilmiş”, 1973 seçiminde AP’den  ayrılanların kurduğu Demokratik Partiyi var gücüyle aktif olarak desteklemişti. Ancak, DP’nin  yalnızca yüzde 8 oy almasını sağlayabilmişti. Siyasette  “zamanın ruhu” hızla değişiyordu.)

Öte yandan, Menderes’in idamından  dört yıl sonra, temsil ettiği seçmenler tarafından yüzde 50’nin üzerinde tek başına iktidar yapılan Adalet Partisi genel başkanı Süleyman Demirel de bir bakıma benzer müdahalelerle karşı karşıya kalmıştı.

12 Mart 1971’de askerler tarafından verilen muhtırayla görevini bırakması istenen Demirel, inatlaşmadan denileni yapmış ve bütün dikkatini parlamentonun kapanmamasına ve partisinin TBMM gruplarını (senato ve meclis ) bir arada tutulmasına vermişti.

Bu arada, askerlerin kurdurduğu “partiler üstü” hükümetin getirdiği çok sayıda antidemokratik yasaların, tartışılmadan kabul edilmesini sağlamıştı. 

Bunlar arasında üniversitelerin ve TRT’nin özerkliğini kuşa çeviren anayasa değişiklikleri vardı. 

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Inan’ın idam kararlarının onaylanması da bunlar arasındaydı. 

Demirel, yıllar sonra bu tavrı ile ilgili olarak,

“O zaman öyle yapılması gerekiyordu!” gibi yuvarlak bir cevap vermişti.

Eline fırsat geçtiğinde de, CHP ile işbirliği yaparak Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler’in, süresi dolan Cevdet Sunay’ın yerine cumhurbaşkanı olmasını açıkça engellemişti.

Faruk Gürler’i seçtirmek için parlamento üzerinde jetlerin uçurulduğu günlerde, kendisi ile görüştüğü haberlerini yalanlayıp sonra haberlerin doğruluğu ortaya çıkınca tarihe geçen ünlü sözünü söylemişti:

“Dün dündü, bugün bugündür!”

Bu sözler, belki de, daha önce “paşaya” verilen bir sözden dönülme gerekçesiydi!

Demirel , Menderes’in akıbetine uğramadı, o dönemi yargılanmadan atlattı ve  “başardı”!

Aslında tüm siyasal felsefesini özetleyen “o zaman öyle gerekiyordu “ ve “dün dündü, bugün bugündür” sözleri,  bazıları tarafından kıvraklık, kimilerince omurgasızlık olarak da nitelense de, o doğrultuda yoluna devam etti.

12 Mart döneminden sonraki seçimlerde galip gelen, İsmet Paşa’nın parti meclisi listesini  kurultayda yenerek bir anlamda istifaya zorlayan CHP lideri Bülent Ecevit olmuştu.

O dönemin baskılarına, zulümlerine etkileyici biçimde karşı çıkan Ecevit, halkta bunun karşılığını bulmuş ve CHP seçimden birinci parti olarak  çıkmıştı.

12 Mart’ın karanlık günlerinde, faşist hükümetin devlet bakanı İsmail Arar, gazetecilerin, “Demirel yeniden başbakan olur mu?” sorusu üzerine, “güldürmeyin beni!” yanıtını vermişti.(Şimdi kendisini anımsayan yok.)

Pek çok kişinin artık siyasal hayatının bittiğine inandığı Demirel, her şeye rağmen 1973 seçiminde yüzde 30 oy aldı ve ikinci parti oldu.

Ecevit ile Erbakan’ın kurduğu CHP-MSP koalisyonu, yedi sekiz ayda dağılınca, ikinci parti lideri olarak görev sırası üç yıl önce  zorla görevden uzaklaştırılan Süleyman Demirel’de idi.

Demirel, “ne olursa olsun” hükümeti kurmaya kararlıydı ve başardı da.

Kurduğu, bir bakanının “yamalı bohça’ya” benzettiği hükümetin adı, Milliyetçi Partiler Topluluğu idi.

Yani, sonradan hep öyle anılacağı gibi “Milliyetçi Cephe”!

Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden oluşan koalisyon.

YIL 1975’ti ve Türkiye’yi kötü günler bekliyordu.

5 yıl devam edecek, binlerce cana ve iç savaş görüntülerine yol açacak o kötü günleri, karanlık köşelerine sinmiş, okyanus ötesi “patronlarının” sırtlarını sıvazladıkları kalabalık omuzlu, üniformalı birileri ellerini ovuşturarak bekliyordu.

O güne kadar dört kere gelip dört kere gitmiş olan Demirel’i beşinci kez göndermek için!

Ve bir ülkenin üzerine “makus bir talih” gibi çöreklenmek için!

Coşkun KARTAL

(Devamı Edecek)