Türk-Yunan ilişkilerinin olumlu sürece girdiği bir dönemden geçmekteyiz.
Bununla birlikte, Atina birtakım denklemlerle statükoya müdahale ederek, güçlü askeri oluşumlarla yeni aşamalar getirmek istemektedir.
Tehdidin Doğu’dan, yani Türkiye’den geleceği varsayımında ısrarcı gözüken Atina, son yıllarda savunma sanayiine yaptığı büyük yatırımlarla dikkat çekmektedir.
Silahlı kuvvetlerinde kapsamlı bir revizyona giderken, yeni ve cesur bir “Kuvvet Yapısı” planıyla ordusunu modernize etmeye hazırlanmaktadır.
Bu doğrultuda askeri harcamalar için 2025 bütçesinden 6,1 milyar Euro ayırmıştır.
Her kesimden milletvekillerinin desteğini alan bu savunma bütçesi, savaş uçakları, firkateynler ve denizaltıların yanı sıra “Çelik Kubbe” benzeri bir hava savunma sistemi edinme imkânı sağlamaktadır.
Savunma sistemlerinin, Gazze Savaşı sırasında fırlatılan kısa ve uzun menzilli füzeler ve İHA’ları engelleyen İsrail yapımı sistemler olması öngörülmektedir.
Gayri askeri statüdeki adalara da konuşlandırılması planlanan bu sistemlerin hedefi yalnızca Türkiye’dir.
1923 Lozan Barış Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşmasında isimleri zikredilen adalar, silahtan arındırılmaları şartıyla Yunanistan’a bırakılmıştı.
Bu adalarda tahkimat yapılması, topçu bataryalarının yerleştirilmesi, hava ve deniz kuvvetleri için üsler kurulması, asayişi sağlamak amacıyla polis ve jandarma dışında asker bulundurulması mümkün değildir.
Silahlandırmaya gerekçe bulmakta zorlanan Yunanistan’ın, adaların ve üzerlerinde yaşayan yurttaşlarının güvenliğinden duyduğu endişeyi Ege Ordusu’na bağlaması ise tuhaftır.
Kaldı ki, çoğu Yunan adası, Türklerin tatillerini geçirdiği popüler destinasyonlar olarak son yıllarda öne çıkmıştır.
Savunma harcamalarındaki artışı, bölgedeki jeopolitik gerilimlere dayandırması da oldukça abartılı bir yaklaşımdır.
Bölgedeki stratejik rolünü güçlendirmeye çalışan Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi’ni yanına alarak son iki yılda Ermenistan ve İsrail ile yaptığı antlaşmaların üzerinde durulması gerekmektedir.
Deniz sınırı bulunmayan Mısır ile imzaladığı ve Türkiye açısından yok hükmünde olan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırları, Türk kıta sahanlığı içinde yer almaktadır.
Yunanistan’ın ardı ardına yaptığı bu hamleleri gerçek dışı, ütopik ve duygusal politikalara bağlamak yeterli olmaz.
Oynadığı oyunun boyutları, Türkiye aleyhinde gittikçe büyümekte ve genişlemektedir.
Atina ve İstanbul yakınlaşmalarına rağmen Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikalarında hiçbir değişiklik yapmayacağı net bir şekilde görülmektedir.
Derin stratejisini Türkiye’yi Anadolu’ya kapatma üzerine kurgulayan Atina’nın, çok taraflı ilişkilerle veya ülkesinde üçüncü ülkelere üsler tahsis ederek hedeflerine ulaşabileceğini düşünmesi, naif bir yaklaşım olur.
Hayali tehditler üreterek bu tehditlere inanmak, Yunanistan’ın en büyük hatalarından biridir.
Artık gerçekleri görerek, Türkiye ile iş birliğini içeren samimi ilişkiler sürdürmeyi hedefleyen bir tutum içine girmesi en doğru yaklaşımdır.
Bu politik evrede, yoğun bir biçimde silahlanma tırmanışına giren Yunanistan’ın bu girişiminin nedeni, sadece Türkiye tarafında değil fon ve kaynakları sağlayan Avrupa Birliği’nce de incelenmelidir.
Türkiye, jeopolitik açıdan bekasını evrensel bir politika düzleminde belirlemek zorundadır.
Hal böyleyken, Mavi Vatan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki meşru hak ve menfaatlerini kararlılıkla savunmaya devam edeceği kuşkusuzdur.
Yaşamı savaş meydanlarında geçmiş olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır” deyişine atfen, diplomasi arayışlarının sürdürülmesi anlaşılabilir bir tavırdır.
Ancak, güç kullanımı gerekiyorsa, bu durum acil ihtiyaçtan kaynaklanmalıdır; tıpkı Türk İstiklal Harbi’nde, Kıbrıs Barış Harekatı’nda ve Kardak Krizi’nde olduğu gibi.
Son sözse; Megali İdea, ENOSİS ve Casus Belli’nin panzehri, kararlı ve dengeli bir politikadan geçmektedir.
İsmet Hergünşen