Öfke Salgını: Neden Bir Ölçülülük Kültürüne İhtiyacımız Var?

0

Ocak ayının kasvetli bir gününde, Türk arabesk müziğinin efsanevi ismi Ferdi Tayfur’a veda etmek için yakınları ve sevenleri cenaze töreninde bir araya geldi. Ancak, bu hüzünlü atmosfer, aile içindeki gerginliğin patlak vermesiyle gölgelendi. Tayfur’un kızı ve yeğeni arasında merhumun tabutu başında çıkan tartışma, cenazenin önüne geçerek küfürler ve suçlamalarla dolu bir krize dönüştü. Bir cenazeyi bile esir alan bu tablo, Türkiye’nin öfke dolu gerçeğini tüm çıplaklığıyla yansıtıyordu.

Ne yazık ki, bu tür olaylar ne ilk ne de son. Günlük hayatta yaşanan basit anlaşmazlıkların şiddetle hatta cinayetle sonuçlanması, sosyal medyada anonim hesaplardan yayılan kin ve nefret, öfkenin toplumun her alanına nasıl sızdığını gözler önüne seriyor. Peki, bu duruma nasıl geldik? Toplum olarak neden bu kadar öfkeliyiz? Ve bu öfke dalgasını nasıl durdurabiliriz?

Öfkenin Anatomisi

Öfkenin doğası gereği kötü olmadığını kabul ederek başlayalım. Öfke, ilkel bir duygu, insanlık durumunun bir parçası ve yapıcı bir şekilde kanalize edildiğinde adaleti ve olumlu değişimi körükleyebilir. İklim değişikliği karşısında küresel eylemsizliğe duyduğu öfke ve hayal kırıklığıyla dünya çapında bir gençlik hareketi başlatan Greta Thunberg’i düşünün. 

Ancak çoğumuz öfkeyi kanalize edemiyoruz, onun bizi tüketmesine izin veriyoruz.

Bir Fıkra Bize Öfke Hakkında Ne Öğretebilir?

Öfkenin  doğasını daha iyi anlamak için, eski bir Amerikan fıkrasını ele alalım: Adamın biri, bir konseri izlemek için New York’a gider ama kaybolur. Yolda keman çantası taşıyan birini görür ve ona “Carnegie Hall’a nasıl gidilir?” diye sorar. Müzisyen gülümser ve cevap verir: “Pratik, pratik, pratik”.

Bağlam için belirtmek gerekirse, Carnegie Hall dünyanın en prestijli konser mekanlarından biri ve yalnızca en yetenekli müzisyenlerin sahne alabildiği bir yer. Bu fıkra, müzikte ustalığın sürekli ve disiplinli bir pratik, yani çalışma ile mümkün olabileceğini mizahi bir dille vurgular.

Öfke: Zehirli Bir Alışkanlık

Peki, biri size nasıl öfkeli ve agresif bir insana dönüşürsünüz diye sorsa? Cevap aynı: pratik, pratik, pratik. Yani, öfkeyi sürekli pratik etmek, bu duygunun alışkanlık haline gelmesine neden olur. Öfke patlamaları sadece fizyolojik uyarılmayı artırır, öfke ateşini körükler ve sizi öfkelendiren olaylara takılı kalmanızı sağlar.

Yani, öfkeyi dışa vurmak sanıldığının aksine rahatlama sağlamaz; aksine, bu duyguyu pekiştirir ve bağımlılık yapar. Bir kaşıntıyı kaşımak gibi o anda iyi hissettirir, ancak yüzeyin altında iltihaplı bir yara bırakır. Başka bir deyişle; öfkeyi dışarıya saldığınızda, ondan kendinizi temizleyemiyorsunuz; öfkeyi prova ediyorsunuz ve alışkanlık, hatta karakteriniz haline getiriyorsunuz.

Sosyal medya da öfkenin alevlerini iyice körüklüyor. Anonimlik saldırganlığın maliyetini düşürüyor. Çevrimiçi ortam, doğrudan hesap verme korkusu olmadan öfkeyi serbest bırakanlarla dolup taşıyor.

Sonuç mu? Platformlar, sokaklar hakaret, tehdit ve nefretle çalkalanıyor. Bu kontrolsüz öfke sadece bireye zarar vermekle kalmıyor; orman yangını gibi yayılarak toplumsal uyumu aşındırıyor.

Öfkenin Kültürel Kökleri

Türkiye’nin öfke sorunu bir boşlukta var olmadı. Kökleri kültürel, sosyal ve tarihsel gerilimlere dayanıyor. Bizim toplumumuz, duygularını güçlü bir şekilde ifade eden insanları ödüllendiren bir yapıya sahip. Ancak hayal kırıklıkları biriktiğinde, şikayetler çözümsüz kaldığında ve bireyler kendilerini güçsüz hissettiğinde, öfke bir çıkış noktası haline geliyor.

Trafikte kan dökülmesiyle sonuçlanan kavgaları düşünün. Bu tür olaylar yalnızca ani bir patlama değil; aynı zamanda sembolik. Türkiye’de arabalar ve yollar, kişisel alanın, statünün ve gururun birer uzantısı. Biri kendisini küçümsenmiş hissettiğinde, bunun yalnızca yol vermeyle ilgili basit bir tartışma olmadığını, haysiyetine yapılmış bir saldırı olduğunu düşünebiliyor.

‘Onur’ temelli bu zihniyet, Türk kültüründe köklü bir geçmişe sahip. Kendi haysiyetimizi korumaya aşırı bağlılık, basit ve küçük anlaşmazlıkların bile kolayca ölüm-kalım meselelerine dönüşmesine neden olabiliyor. 

Öfkenin temelinde bu tür bir hassasiyetin ve derin sosyal dinamiklerin yattığını anlamak, meseleyi çözmeye yönelik ilk adımı atmamızı sağlayabilir. Peki, bu döngüyü kırmanın bir yolu var mı?

Japonya’dan Ne Öğrenebiliriz?

Öfke kültürüne alternatif bir yaklaşımı anlamak için, ölçü ve disiplin kavramlarıyla özdeşleşen Japonya’yı ele alalım. Japon eğitim sistemi, yalnızca akademik başarıya odaklanmaz; aynı zamanda erken yaşlardan itibaren karakter gelişimini, saygıyı ve duygusal kontrolü teşvik eder. 

Çocuklar, altı yaşında tek başlarına metroya binecek kadar karmaşık sosyal alanlarda dolaşmayı öğrenir. Ancak bu, kaba bir bağımsızlığın değil, güven ve uyuma yönelik ortak bir kültürel bağlılığın sonucudur.

Japonya’nın modelini cazip kılan nokta, öfkenin ortaya çıkmasını önlemeye verdiği öncelikte, çatışmayı daha başlamadan caydıracak alışkanlıkları aşılamakta. Temizlik, düzen ve karşılıklı saygı yalnızca teoride kalan soyut değerler değil, günlük hayatta yerleşmiş alışkanlıklar.

Alışkanlıklar bireyin ve toplumun kimliğini şekillendirir. Eğer öfkeyi tekrar tekrar deneyimlemek bizi daha saldırgan hale getiriyorsa; sabır, saygı ve empatiyi alışkanlık haline getirmek de bizi daha nazik ve anlayışlı bireyler yapar.

Bu alışkanlıkların erken yaşta kazandırılması, bireylerin duygusal kontrolü doğal bir refleks haline getirmesini sağlar. Japonya örneği, öfke krizleriyle boğuşan toplumlara, problemi sadece bastırmakla değil, kökten çözmekle ilgili önemli ipuçları sunuyor. Peki bu yaklaşımı kendi toplumumuza nasıl adapte edebiliriz?

Bir Ölçülülük Kültürüne Doğru

Türkiye’nin öfke sorununu çözmek için sadece bireylerin davranışlarını değil, toplumun öfkeyle başa çıkma biçimini de dönüştürecek kültürel bir değişime ihtiyacımız var. Bu, Japonya’nın modelini toptan benimsemek anlamına gelmiyor, ancak yaklaşımlarında ilham alınacak bir bilgelik var. Duygularını kontrol etmek de, temizlik ve saygı gibi öğretilebilir ve uygulanabilir. Okullar, aileler ve medya duygusal kontrol ve ölçülülüğün modellenmesi ve ödüllendirilmesinde rol oynamalıdır. 

Ancak  insanların durmadan bağırıp kavga ettiği, reality şovlar, hararetli yarışmalar ve dizilerle dolu Türk televizyonlarına şöyle bir göz atmak, bu idealden ne kadar uzak olduğumuzu ortaya koyuyor. Bu programlar ılımlılığı modellemek yerine, genellikle çatışmayı yücelterek, öfkeyi bir yaşam biçimi olarak normalleştiriyor.

Dahası, öfkenin yıkıcı olmadan ifade edilebileceği alanlar da yaratmamız gerekiyor. Çünkü öfke, çoğu zaman acı, korku ya da hayal kırıklığı gibi daha derin duyguları gizleyen bir maskedir. Eğer bu duyguların güvenli bir şekilde ifade edilebileceği alanlar yaratabilirsek, öfkenin patlayıcı etkisini azaltabiliriz. Diyalog, sanat ve terapi bu konuda etkili araçlar.

Bugün Hangi Alışkanlığı Seçeceksiniz?

Unutmamalıyız ki, bireylerin kararlılığı olmadan hiçbir kültürel değişim gerçekleşemez. Toplumu dönüştürmek, her birimizin her gün yaptığı seçimlerle başlar.

Bu yüzden kendimize her gün şunu sormalıyız: Bugün hangi alışkanlığı seçiyorum? Her eylem, her tepki bir alışkanlık oluşturur. Öfkeyi mi seçiyorum, yoksa anlayışı mı? Çatışmayı mı, yoksa sakinliği mi?

Alışkanlıklarımız, kim olduğumuzu ve nasıl bir dünyada yaşayacağımızı belirler. Eğer öfkeyi seçersek, bu duygu bizi ele geçirir ve bir yangın gibi hem bizi hem de çevremizi yakar.  Ancak sabrı ve nezaketi seçersek, daha güçlü ve uyumlu bir toplumun temelini atarız.

Çünkü dünya, büyük jestlerle değil; küçük, tekrarlanan ve bilinçli seçimlerle şekillenir. Bugünden başlayarak, nasıl bir dünyada yaşamak istediğimizi seçebiliriz. Şimdi karar verin: Kıvılcımlardan yangın mı çıkaracaksınız, yoksa ateşi sönmeye mi bırakacaksınız?  Değişim şimdi, sizinle başlıyor.

Derya ULUSOY