“Sanat ve edebiyat yaşamın içindeki tümsekleri düzeltmeye, aksak yönleri tamir etmeye yardımcı olabilmeli,”
Kilim ve Örtü kitaplarının Yazarı Uğur Demircan ile kitaplarını, edebiyatı, ve öyküleri konuştuk. İyi okumalar.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı diye söyleşiye giriş yapayım ve devamında da ekleyeyim: Uğur Demircan kimdir? Kendisini en iyi nasıl ifade eder? Olmazsa olmazları neler?
✒️ Yazmak ilk eserinizden çok önce, okumayı öğrenince başlıyor bana göre. Bir kere okumaya başlayınca duramayanlardansanız eğer, ileride yazacağınız mukadderdir. Beş yaşımda kendi kendime öğrendim okumayı. O yıllarda televizyonda okuma yazma öğreten bir program vardı, ondan öğrenmiştim. Bugün bile -bir takıntı gibi- yazılmış her türlü yazıyı mutlaka okurum. Kitap okumak ise zaten ömrümün yoldaşı. Bir gün yazmayı bıraksam bile okumayı bırakamayacağımı biliyorum. Kendimi konuşarak da pekala ifade ederim ama yazmak daha evrensel, kadim çağlardan gelen daha sağlam bir ifade aracı olduğundan tercihimdir. Bu bağlamda yazdıklarım bir yönüyle kurgu ama bir yönüyle de bir tür kendimi ifade yöntemi. Olmazsa olmazım yoktur. Hayat o kadar kısa ki fazla katı olmaya gerek yok.
Kitaplarınızın adlarından itibaren simgesel anlatımla öne çıkan bir dil kullanıyorsunuz. Kitaplarınızın adları olan Örtü ve Kilim gibi simgeler seçerken ne tür mesajlar veya alt metinler sunmak istediniz?
✒️ Bir kitabın ismi öncelikle kısa, vurucu, akılda kalıcı, içerik hakkında ipucu verici ve tıpkı bir insanın adı gibi o kitapla bütünleşecek bir isim olmalı bana göre. Kilim ve Örtü’de tam olarak bu mantık söz konusu.
Kilim demek köy demek ama sırasında üstünde, sırasında içinde olabileceğiniz, sıcak, sevecen, bizden, köklerimizden bir imge demek. Kent-köy mukayesesinde en temel nesnelerden biri olarak seçtim kilimi. Köyü kaybetmemeliyiz, köyü kaybedersek kenti de kaybediyoruz.
Örtü adlı kitabıma gelince zaten içindeki hikayeleri okuyan anlayacaktır hepsinde bir tür örtü metaforu bulunduğunu. Toplumun her katmanı, üstü kapatılmış duygular, sırlar, günahlarla dolu. Bunları biraz açmaya çalıştım. İlaveten Örtü’nün içindeki altı ayrı öykünün her birinin içinde bir kez “örtü” kelimesi geçer ki o da yazardan küçük bir espri.
Öykülerinizde yer verdiğiniz mekânlar, hikâyelerin atmosferini büyük ölçüde belirliyor. Bir yazar olarak, bir mekânı hikâyenin organik bir parçası haline getirmek için nasıl bir yol izliyorsunuz? Mekânların, öykülerin ana karakterlerinden biri haline geldiği durumlar oluyor mu?
✒️ Mekanı organik halde getirmek mekanı tanımakla olur en başta. Öykünüz bir kahvehanede geçiyorsa örneğin, orada bulunmuş olmanız yazdıklarınızı gerçekçi kılar. Bilmediğim yerleri yazmayı da denerim bir yazar olarak ama ona önce kendim inanmalıyım. Gidemediğim şehirleri fotoğraflarla, videolarla, haritalarla öğrenirim. Yeni hazırladığım bir novella var, beş şehirde geçiyor, bunlardan ikisine hiç gitmedim. Mesela Bilecik. Yayınlanırsa okurlar görecektir, burada inandırıcılık yazarlık içgüdüleriyle şekilleniyor. Mekanın ana karakter olduğu eserler var ama benim önceliğim insan henüz.
“Örtü” ve “Kilim”de, bireylerin içsel çatışmalarını toplumla olan ilişkileri üzerinden ele alıyorsunuz. Bireysel kimlik ile toplumsal aidiyet arasındaki bu çatışma sizin için nasıl bir öneme sahip? Bunu hikâyelerinizde nasıl işlemeye çalışıyorsunuz?
✒️Çoban Servet bireysel olarak kendini geliştiriyor ama toplum onun bu yönünü kabullenmiyor Kilim’de. Ona biçilen rolü oynasa daha mutlu olacaklar. Bu çatışma maalesef sonsuza dek sürecek kanısındayım. Çoban bile olsanız, gününüz dağlarda bile geçse, gün sonunda o topluma dönümek zorunda kalıyorsunuz. Toplumsal aidiyetin gerekli olduğu bir alan var; sosyalleşme ihtiyacı, güvenlik gerekliliği vs gibi ama o alanın sınırları çatışmayı doğuran esas mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bir sorunu hikayede işlemek ise önce o soruna işaret etmekle, onun varlığından haberdar olmayanları uyarmakla başlar. Bu durumlarda “kör gözüm parmağına” yazmaktansa onu ana konunun etrafında göstererek “sezdirme” yöntemini uygulamayı daha çok severim. Kilim’de bir altın şirketi var mesela. Sloganist yöntemleri sevenler, o konuya pek girmediğimi, net bir tavır koymadığımı düşünebilirler. Oysa sezen sezmiştir.
Anlatımınızda öne çıkan yalınlıkla, okuru doğrudan hikâyenin içine çeken bir samimiyet kuruyorsunuz. Bu dili ve üslubu oluşturmak için özellikle dikkat ettiğiniz ilkeler var mı?
✒️ Sanırım benim üslubum bu. Yazdıklarım için yıllardır hep aynı şey söylenir ve ben bunun için özellikle bir yöntem uygulamıyorum. Okumayı seveceğim şekilde yazıyorum sadece. Bunu sonradan düşündüm. Bir hikayeyi kaleme alırken karşımda kendim var gibi yazdığımı fark ettim.
Günümüz öykü dünyasında Örtü ve Kilim gibi eserlerin yeri nedir sizce? Çağdaş Türk öykücülüğü ile kendi eserleriniz arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
✒️ Eski hikayecilerimizin çoğunu okumuşumdur. Bugünlerde daha bireyci bir öykü anlayışı hakim. Yine de toplumsal sorunlar hep var ve olmaya da devam edecek. Ben de eski ustalarla bugün arasında bir köprü gibi yazmaya devam edeceğim.
Okuyucularınızla kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Onların geri bildirimleri yazım sürecinizi nasıl etkiliyor?
✒️ Geridönüşlerin tamamı çok olumlu. Dilini anladığı, konuyu anladığı şeyler okumayı özlemiş insanlar, bunu bana çeşitli şekillerde ifade edenler oldu. Bir de insanlar sayfalar ilerledikçe sevdikleri, özdeşlik kurdıkları bir karakterin ölmesini kabullenemiyorlar, onu fark ettim. Bu konuda da geri dönüş aldım epeyce. Oysa benim yazdıklarım hayattan farklı değil. En sevdiğimiz insanlar da ölüyor.
Sanatın ve edebiyatın toplumsal bir sorumluluk taşıdığına inanıyor musunuz?
✒️ Kesinlikle. Sanat ve edebiyat yaşamın içindeki tümsekleri düzeltmeye, aksak yönleri tamir etmeye yardımcı olabilmeli, en azından farkındalık yaratabilmelidir. Yazmalı, anlatılmalı ki dikkati çeksin, dikkati çeksin ki düzeltmeye bir adım daha yaklaşılabilsin.
Son yıllarda Türk edebiyatında gördüğünüz değişimler nelerdir?
✒️ Son birkaç yılımı ağırlıklı olarak yerli öykü okumaya verdim. Bugünlerde daha çok kişisel travmalardan etkilenmiş, hayatta yalnızca kendisi var gibi davranan insanların konu edildiği bir öykü anlayışının hakim olduğunu görüyorum. İnsanlığın gittiği yön de bu minvalde zaten. Benmerkezci bir yaşam öneriliyor insanlara ve edebiyat da bu doğrultuda şekilleniyor.
Peki dijitalleşmenin edebiyat üzerindeki etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
✒️ Üretimi artırdığını düşünüyorum. Yazma ve yayma olanakları arttı. Bu bence fırsat eşitliği sağlamak adına harika bir şey. Eskiden İstanbul dışında birinin yazdıklarını geniş kitlelere duyurabilmesi imkansıza yakındı. Şimdi her şey herkesin elinde. Edebiyat tabana yayılıyor. Bundan bazıları kalite adına çekinebilir belki ama bence iyi edebiyat mutlaka su yüzüne çıkar. Zaman en iyi süzgeçtir, hep olduğu gibi.
Röportajlarımın klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz?
✒️ O sihri ezilenlerin tümü için kullanırdım. Hangi ülkede olursa olsun çocuğa, kadına, hayvana yapılan zulümlere karşı, işgallere, soykırımlara karşı… Dünyada kötülüğün bitmeyeceğini bilerek ama umudu da hep koruyarak…