Fransız yazar Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserindeki ünlü bir sahne, bir
yiyeceği tatmanın geçmişe nasıl güçlü bir yolculuk olabileceğini gösterir. Romanın anlatıcısı
Marcel, çaya batırdığı bir madlen keki ısırdığında, çocukluğuna dair anılarla dolup taşar:
Teyzesinin evinde sık sık çayla birlikte yediği bu basit kek, ailesiyle geçirdiği pazar günlerine, bir
zamanlar yürüdüğü tanıdık sokaklara ve çocukluk yıllarının sıcak, güvenli atmosferine dair
anıları canlandırır. Tanıdık bir lezzet, geçmişe açılan sihirli bir kapıya dönüşür; ailesi ve anılarıyla
zamanın ötesine uzanan derin bağlar kurabilmesine olanak tanır.
Burdan dünyayı etkisi altına alan bambaşka bir lezzete, Dubai Çikolatası’na geçelim. Proust’un
mütevazı madleni, sade bir tatla derin anlamları çağrıştırırken; Dubai Çikolatası, tümüyle yüzeyde kalan bir cazibe sunuyor. Yüksek fiyatı ve parlak ambalajıyla sosyal medyada popüler olan bu çikolatayı görmeye devam ettikçe sormadan edemiyoruz:
Bu ışıltının altında gerçekten bir anlam, bir derinlik var mı? Yoksa anılarla, duygularla veya kimlikle hiçbir bağı olmayan,sadece tüketilmek için üretilmiş bir lezzetten mi ibaret? Belki de Dubai çikolatası, sadece lüks bir tatlıdan fazlasıdır; göz kamaştırarak gerçek Dubai’nin derinlerindeki karanlık gerçekleri perdelemek üzere tasarlanmış bir imaj yaratıcıdır.
Dubai’nin Işıltılı Serabı: Modern Şangri-La Efsanesi
James Hilton’un 1933 tarihli romanı Yitik Ufuklar’da Şangri-La, Tibet dağlarında yer alan gizli
bir cennet, insanların sakin bir şekilde uyum içinde yaşadığı ve yavaş yaşlandığı mistik bir yerdir. Neredeyse ölümsüz yaşamların ve el değmemiş huzurun olduğu bu yer, modern yaşamın çatışmalarından ve endişelerinden uzak ideal bir dünyayı temsil eder.
Dubai, birçok yönden bu ütopyadan yararlanarak çöl kumlarının ortasında kendi lüks ütopya versiyonunu sunuyor. Günümüzün Şangri-La’sı olarak pazarlanan bu ütopya; gökdelenleri, yapay adaları ve çölden yükselen büyük otelleriyle lüks bir cennete kaçışı vaat ediyor. Şehir kendini, bir konfor ve lüks vahası, insanların sıradanlıktan kaçıp sıra dışı olanın tadını
çıkarabileceği kozmopolit bir sığınak olarak pazarlıyor.
Dubai emiri Şeyh Muhammed’in görüntüsü, şehirdeki sayısız reklam panosunda yer alarak bir
refah ve ilerleme hayalini yansıtıyor. Ancak, James Hilton’un Şangri-La’sının aksine, Dubai’nin vaat ettiği cennet; titizlikle hazırlanmış cilalı imajıyla keskin bir tezat oluşturan eşitsizlikler ve gizli mücadeleler barındırıyor.
Gökdelenlerin gösterişli cepheleri, Güney Asya’dan gelen milyonlarca işçinin zorlu koşullarda çalıştığı işçi kamplarını perde arkasında bırakırken; göz kamaştırıcı yaşam tarzı, özellikle kadınlar, eşcinseller ve marjinal gruplara yönelik insan hakları ihlalleriyle ağır bir bedel ödetiyor.
Yaldızlı Kafesler: Prenses Latife ve Dubaili Kadınların Gizli Zincirleri
Dubai emirinin kızı Prenses Latife’nin hikayesini hatırlayalım:Özgürlüğünün ciddi bir şekilde kısıtlandığını; araba kullanmasına, seyahat etmesine, eğitim almasına ve Dubai’yi terk etmesine izin verilmediğini öne süren Latife, hapis hayatından kurtulmak amacıyla 2018 yılında şehirden kaçmaya çalışırken yakalandı.
Zorla Dubai’ye geri götürüldü ve burada, tıbbi ya da hukuki yardıma erişimi olmadan, bir villada ev hapsinde tutulduğunu iddia etti. 2021 yılında gizlice kaydettiği videolarında kendisini “rehine” olarak tanımlayan Latife, hayatından endişe duyduğunu dile getirdi.
Uluslararası kamuoyunun dikkatini çeken bu olay, bir modernlik timsali olmakla övünen şehrin
karanlık bir yüzünü ortaya çıkardı: Pek çok kadın için Dubai’nin gerçekleri acımasız; özgürlükleri
katı bir kontrol ve gözetim sistemiyle kısıtlanabiliyor. Kadınlar resmi olarak bazı haklara sahip olsa da, günlük yaşamda birçok karar için hala erkek bir “veli”nin onayını almak zorundalar.
Eşcinsellik yasa dışı. Medya da sıkı bir denetim altında; hükümeti, yönetici aileyi veya İslam’ı
eleştirmek; hapis, ağır para cezaları veya sınır dışı edilmeyle sonuçlanabiliyor.
https://www.bbc.com/news/av/world-middle-east-12246979
Dubai’nin Modern Kölelik Üzerine İnşa Edilmiş Silüeti
Dubai’nin Köleleri adlı belgeselde detaylı bir şekilde anlatılan; Dubai’nin ikonik silüetini inşa
eden işçiler de benzer şekilde sert bir gerçeklikle karşı karşıya: Borç ve sömürü döngüsüne
hapsolmuş bu işçiler, aşırı kalabalık çalışma kamplarında, insanlık dışı koşullarda, aşırı sıcakta uzun saatler boyunca çalıştırılıyorlar.
Pasaportlarına el konulduğu için şehirde mahsur kalıyorlar.
Göçmen işçilerin trajik hikayeleri, küresel bir lüks sembolü haline gelen Dubai’nin aslında
modern bir kölelik düzeni üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Belgeseli hazırlayan BBC muhabiri Ben Anderson; göçmen işçilerin trajik koşullarına tanık olduktan sonra şunu söylüyor: “Bu çekim artık benim Dubai vizyonum. Dubai’nin gerçekliği, televizyonda ve
dergilerde gördüklerinizin tam tersi. Ufukta tüm ışıltılı gökdelenler ve birkaç mil ötede bu işçilerin
olduğu bir tür kara deliktesiniz.”
Dubai Lüksünün Ağızda Bıraktığı Acı Tat
Dubai Çikolatası, tıpkı şehrin kendisi gibi, hayran olunmak ve tüketilmek üzere tasarlanmış lüks
bir ürün. Ancak lezzetini kutlayıp bu çılgın trende dahil olurken, altında yatan çirkinliği görmezden gelerek suç ortağı olmuyor muyuz? Şehrin özenle inşa edilmiş imajı bizi adaletsizliklerden uzaklaştırmayı amaçlıyor – tıpkı bir parça çikolatanın bizi gerçek derinlik
yoksunluğundan uzaklaştırabileceği gibi. Abartılı ve süslü görüntüsüyle bu çikolata, geçici birzevk sunarken aynı zamanda, görünüşün; arka plandaki insanların zorlu yaşamlarından dahaçok önemsendiği bir yerin sembolü haline geliyor.
Tüketiciler olarak neyi satın aldığımızı sorgulama gücüne sahibiz. Özenle paketlenmiş bir lezzet,
ardındaki insan onuruna zarar veren hikayelere rağmen tatmaya değer mi? Dubai Çikolatası ilk
anda tatlı gelebilir; ancak isminin temsil ettiği gerçekleri -eşitsizlik, sömürü ve konuşmaya cesaret eden seslerin susturulması- düşündüğümüzde ağızda acı bir tat bırakır.
Proust’un madleni gibi basit bir ısırığın kimliği, hafızayı, aidiyet duygusunu uyandırabildiği bir dünyada,belki de Instagram akışlarımızdan daha fazlasını besleyen bir tatlılığı aramaya değer:
Gösterişten ziyade saygınlığı, tüketimden ziyade bağlantıyı kutlayan; sömürüyü maskelemek
yerine yaşamları onurlandıran bir tatlılık…
Derya ULUSOY