Sanatçıyı Sanatından Ayırabilir miyiz? Yılmaz Güney Tartışması ve Hollywood’un Püriten Dönüşü

0

“Çirkin Kral” lakabıyla tanınan Yılmaz Güney, Türk sinemasının en güçlü isimlerinden biri. Yol, Sürü, Umut ve Duvar gibi filmleriyle ezilenlerin, yoksulların ve toplumsal adaletsizliklerin hikayelerini anlatan Güney, 1982’de Yol filmiyle Cannes’da Altın Palmiye kazanan ilk Türk sinemacı oldu.

Ancak Güney’in hayatı sadece sinemayla değil, bir cinayet de dahil olmak üzere şiddet olaylarıyla da anılıyor. Bir gazinoda karıştığı kavgada, bir hakimi silahla vurarak öldürdü ve 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının tamamını çekmeden hapisten kaçarak Fransa’ya sürgüne gitti ve film yapmayı orada sürdürdü. Özel hayatı da oldukça çalkantılıydı; ilk eşi
Nebahat Çehre’yi döverek kemiklerini kırdığı, hatta bir kavgada arabayı üstüne sürdüğü iddia edildi. Başka kadınlara yönelik de benzer şiddet iddiaları ortaya atıldı.

Yılmaz Güney’in özel hayatındaki karanlık yönler, oyuncu Farah Zeynep Abdullah’ın eleştirileriyle yeniden gündeme geldi. Yazar Murathan Mungan, Güney’i ölüm yıldönümünde “Sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken içimizin en ücra yerine dokunamadı,” sözleriyle andı. Farah Zeynep’in bu övgüye yanıtı oldukça sertti: “sinemamızın en iyi yürüyen erkeği ve kadın döven, şiddet türleri
açısından zengin ve etkili silah kullananı diyelim.”

Tartışma, Türk sinemasının emektar oyuncularından Nur Sürer’in; Altın Portakal Film Festivali’nde aldığı “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü, “biz sinemacıların en değerlisi” dediği Yılmaz Güney’e ithaf etmesiyle iyice alevlendi. Farah Zeynep, Sürer’in bu konuşmasını sosyal medya hesabından “Ne Yılmaz Güney’i be!” şeklinde provokatif bir başlıkla paylaşarak eleştirdi. Sürer ise, Güney’i eleştirenleri filmlerini bile izlemeden hikaye uyduran, “densiz insanlar” olarak tanımlayarak, dolaylı ama sert bir yanıt verdi.

Sanat Sanatçıya Karşı: Hiç Bitmeyen Bir Tartışma

Bu tartışmanın özünde hep aynı soru var: Sanatçıyı sanatından ayırmak mümkün mü? Nur Sürer gibi Güney’in sanatsal mirasını destekleyenler, filmlerinin büyüklüğünün kişisel yanlışlarıyla gölgelenemeyeceğini ve gölgelenmemesi gerektiğini savunuyorlar. Güney’in eserlerini, Türkiye’nin toplumsal mücadelelerinin zamansız bir yansıması, yaratıcısının kusurlu insanlığını aşan bir sinema başyapıtı olarak görüyorlar. Onlara göre Güney’in katkılarını silmek, Türk kültür tarihinin önemli bir bölümünü silmek anlamına gelecektir.

Farah Zeynep Abdullah gibi muhalifler ise bu seçici hafızaya meydan okuyor. Güney’in şiddet
eylemlerine dikkat çekerek, onun hayatını ve çalışmalarını sorgulamadan kutlamanın; dahası
onu romantize ederek kültürel bir ikon haline getirmenin doğru olup olmadığını sorguluyorlar: Bir sanatçının başarıları kişisel hatalarını mazur gösterebilir, unutturabilir veya affettirebilir mi?
Hele ki bu hatalar şiddeti, istismarı ve hatta cinayeti içeriyorsa?

Hollywood Emsalleri: Woody Allen ve Kevin Spacey’nin Düşüşü

Woody Allen

Bu ikilem elbette sadece Türkiye’ye özgü değil. Hollywood da benzer tartışmalarla boğuşuyor.
Woody Allen gibi isimler üzerine tartışmalar, sanatçının özel hayatı ve eserleri arasındaki ilişkinin daha geniş çapta sorgulanmasına yol açtı. Allen’a üvey kızı tarafından yöneltilen cinsel istismar suçlamalarının ardından, sanatı sanatçıdan ayırma fikri; hatalı bir kültürel alışkanlık olarak eleştirilmeye başlandı.

New York Times film eleştirmeni Anthony Oliver Scott’a göre Woody Allen’ı sanatından ayırmak
zor; çünkü filmleri, kişisel hayatı ve sorunlu davranışlarıyla derin bir bağ içinde. Scott, Allen’ın genç kadınlara yönelik ilgisinin, filmlerindeki rahatsız edici kadın tasvirlerinde kendini gösterdiğini, ancak daha önce eleştirmenlerce göz ardı edildiğini söylüyor.

Örneğin, daha önce övgüyle karşılanan Manhattan filminde, Allen’ın canlandırdığı orta yaşlı bir
adamın, 17 yaşındaki genç bir kızla yaşadığı aşk ilişkisi, izleyiciyi otobiyografik sorgulamalara
iten sorunlu bir ilişki dinamiğini ortaya koyuyor.

Bu tartışmaların ve cinsel istismar iddialarının ardından Amazon, Allen ile yaptığı dört filmlik sözleşmeyi iptal etti ve son filmi New York’ta Yağmurlu Bir Gün’ü yayınlamamaya karar verdi.

Benzer şekilde, kariyerinin ileri dönemlerinde genç erkeklere yönelik cinsel istismar suçlamalarıyla karşı karşıya kalan oyuncu Kevin Spacey, bu suçlamalar sonrası Ridley Scott’ın Dünyanın Bütün Parası filminden dijital olarak çıkarıldı ve yerine başka bir oyuncu getirildi. Bu değişim, prodüksiyona yüksek bir maliyet yüklese de, etik bir tercih olarak görüldü.

Hollywood’un, ahlaki açıdan tartışmalı görülen sanatçıları arındırmaya yönelik bu püriten
yaklaşımı, sanatçıyı sanatından ayırmanın artık giderek zorlaştığını açıkça ortaya koyuyor.

Picasso, Brigitte Bardot

Sanatçının Karanlık Yüzü: Rembrandt, Picasso ve Caravaggio

Ancak sanatçıları eserleriyle bütünleştirme eğilimi tepki toplamaktan da geri kalmıyor. Deneme yazarı Ian Buruma gibi eleştirmenler, her sanatçıyı özel hayatıyla yargılarsak, kültürel mirasımızın büyük bir kısmını kaybedeceğimizi savunuyor: Rembrandt, Picasso ve Caravaggio gibi büyük isimlerin son derece kusurlu kişisel yaşamlarına rağmen eserlerinin hala saygı gördüğünü ve müzelerde sergilendiğini hatırlatıyor.

Rembrandt

Hollanda’nın en ünlü ressamlarından biri olan Rembrandt, metresine kötü davranması ve onu
yoksulluk içinde bırakması gibi skandallarla dolu bir hayat sürdü. Kübizmin babası ve 20. yüzyılın en etkili sanatçılarından biri olan Picasso, kadınlarla olan ilişkilerinde istismarcı bir tavır sergileyerek onlara duygusal ve fiziksel olarak zarar vermesiyle biliniyordu.

Caravaggio

Barok döneminin ışık ve gölge ustası Caravaggio ise yalnızca dahi bir ressam değil, aynı zamanda kavgada birini öldürmüş ve hayatının büyük bir kısmını kaçak olarak geçirmiş bir katildi.

Caravaggio, 1599

Kültürü İptal Etmenin Sınırları: Çok mu İleri Gidiyoruz?

Buruma’nın eleştirisi daha da ileri gidersek, sansürün kültürel söylemi ele geçirdiği kaygan bir
yokuşa doğru gidiyor olabileceğimizi öne sürüyor: Eğer sorunlu geçmişleri olan tüm sanatçıların
eserlerini mahkum edersek, büyük sanat koleksiyonlarımızdan ve sinema tarihimizden geriye ne kalır?

Buruma’ya göre, kültürel mirasımızı korumak adına; sanatçıların kişisel hayatlarını, eserlerinin
değerinden ayırmamız gerek. Yani sanat kendi başına ayakta durmalı.

Ama bu bakış açısını benimsemek o kadar da kolay değil. Sanatçıyı sanattan ayırmak, yüzeyin
altındaki karanlık gerçeklerden korunmanın kolay bir yolu, adeta rahatlatıcı bir kaçış gibi geliyor.
Peki ya sanatın kendisi de bu karanlık gerçekler tarafından lekelenmişse? Ya bu eserleri
kutlarken, onları yaratan karanlık davranışları farkında olmadan mazur görüyorsak?

Woody Allen

Woody Allen gibi bir yönetmen; kişisel arzularını ve nevrozlarını derinden yansıtan filmler
yaptığında, eserlerinin hayatının sorunlu bağlamından bağımsız bir boşlukta var olduğunu gerçekten söyleyebilir miyiz?
Gerçek şu ki, kültürel kahramanlarımızdan bazıları son derece kusurlu, hatta ahlaki açıdan sorunlu ve suçlu. Onların sanatı varlığını sürdürecektir, ancak yaratıcısının geçmişinin gölgesini bilerek onunla nasıl ilişki kuracağız? Sanatçının karakterini bir kenara bırakıp eseri tek başına takdir edebilir miyiz, yoksa bu iki tarafı uzlaştırmak zorunda mıyız?

Sanat ve Etik: Bir Yol Ayrımında mıyız?

Bu tartışma felsefi bir akıl yürütmenin ötesinde kültürel bir hesaplaşma: Ayıplanacak eylemlerde
bulunmuş kişilerin sanatına hayranlık duymaya devam edebilir miyiz, yoksa bu hayranlığın bedeli fazla mı ağır? Yılmaz Güney, Woody Allen ve Kevin Spacey ile ilgili tartışma sadece onların bireysel miraslarıyla ilgili değil; aynı zamanda bizimle, toplum olarak “büyük sanat” adına neleri kabul etmeye hazır olduğumuzla ilgili.

Bu ahlaki ikilemde sadece seyirci değil, aynı zamanda katılımcıyız. Kusurlu sanatçıların eserleriyle ilgilenmeyi her seçtiğimizde, aslında neye değer verdiğimizi de gösteriyoruz. Tek başına sanata mı değer veriyoruz, yoksa arkasındaki insanı ve onun etik değerlerini de dikkate alıyor muyuz? Bu soru sadece sanatçıyı sanattan ayırmak meselesi değil, nasıl bir dünyada
yaşamak ve nihayetinde gelecek nesillere nasıl bir miras bırakmak istediğimizle de ilgili.
Kahramanlarını sorumlu tutan bir dünya mı bırakmak istiyoruz; yoksa kültürel miras adına kusurları göz ardı eden bir dünya mı?

Derya ULUSOY