İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in, Semih Çelik tarafından kasap bıçağıyla vahşice öldürülmesinin ardından, kamuoyunun dikkati oyuncu Uraz Kaygılaroğlu‘nun aylar önce verdiği pozlara yöneldi.
Kaygılaroğlu, bir sanat sergisi için fotomontajla parçalanmış kadın bedenlerinin önünde kasap bıçağıyla poz vermişti. Bu görüntüler, gerçek hayattaki korkunç cinayetlerle yan yana gelince, sosyal medyada büyük bir tepki dalgasına neden oldu. Oyuncu, kadına yönelik şiddeti normalleştirmekle suçlandı ve özrü ile açıklamaları — sadece bir başkasının sanatsal vizyonunun parçası olduğu ve bu tepkiyi beklemediği yönündeki savunması — eleştirileri yatıştırmada yetersiz kaldı.
Peki, başlangıçta bir sanat sergisinin parçası olan bu görüntüler, gerçek hayattaki şiddetin ışığında neden bu kadar yoğun bir öfkeye yol açtı? Bu durum bizi şu acil soruyla yüzleştiriyor: Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin yaygın olduğu bir toplumda, sanatın sınırları olmalı mı? Yoksa sanatın rolü, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, en karanlık gerçeklerimizi ortaya çıkararak düşünce ve değişimi tetiklemek mi olmalıdır?
Tarih boyunca sanat, tabuları yıkan ve toplumsal yaraları açığa çıkaran bir araç olmuştur. Örneğin, Picasso’nun “Guernica”sı savaşın dehşetini gözler önüne sererken, Goya‘nın “3 Mayıs 1808” tablosu insan şiddetinin acımasızlığını çarpıcı bir şekilde tasvir eder.
Bu eserler, insanlığın en çirkin yüzleriyle bizi yüzleştirirken, aynı zamanda eleştirel düşünceyi ve toplumsal farkındalığı artırdıkları için takdir edilirler.
Ancak günümüzde, özellikle kadına yönelik şiddetin artan bir kriz olduğu bir ülkede, böyle tasvirler yeni bir hassasiyet kazanıyor. Kaygılaroğlu’nun pozları, sanatın provokatif gücünün ötesinde, gerçek hayattaki acıları yeniden üretmekle suçlandı. Kamuoyu,sembolik bile olsa, şiddetin “tarafsız” bir sanatsal ifade olarak kabul edilmesine tepki gösterdi. İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in korkunç cinayetleri, kadına yönelik şiddetin soyut bir kavram değil, günlük bir gerçeklik olduğunu acı bir şekilde hatırlattı. Bu bağlamda, Kaygılaroğlu’nun sanatsal performansı çizgiyi aşmak olarak görüldü.
Bu tepki sadece bir oyuncuya değil, sanatın gerçek hayattaki dehşetleri nasıl yansıttığına ve potansiyel olarak normalleştirdiğine yönelik bir eleştiriydi. Mesaj netti: Sanat özgürlüğü, toplumun yaralarını derinleştirecek şekilde kullanılmamalı.
Bu durum, sanat ve etik arasındaki karmaşık ilişkiyi yeniden düşünmemizi gerektiriyor.
Sanatın amacı, ne pahasına olursa olsun kışkırtmak ve rahatsız etmek midir? Yoksa sanat, toplumsal sorumluluk alarak, özellikle hassas konularda etik bir duruş sergilemeli midir?
Georges Bataille gibi filozoflar, sanatın insan doğasının en karanlık yönlerini keşfetmesi gerektiğini savunurken, Martha Nussbaum gibi düşünürler sanatın ahlaki bir sorumluluğu olduğunu vurgular. Nussbaum’a göre, sanat empatiyi teşvik etmeli ve etik düşünceyi desteklemelidir. Özellikle toplumsal cinsiyete dayalı şiddet gibi derin yaraların olduğu bir toplumda, sanatın bu sorumluluğu daha da önem kazanır.
Kaygılaroğlu’nun durumu, sanatçının rolü ve sorumluluğu konusunda da önemli sorular doğuruyor. Bir sanatçı, eserinin toplum üzerindeki etkisini ne ölçüde hesaba katmalıdır? Sanatçılar, büyük kültürel ve toplumsal dinamikler içinde, eserlerinin nasıl algılanacağından tamamen sorumlu tutulabilir mi? Yoksa sanatın özgürlüğü, bu türriskleri göze almayı mı gerektirir?
Kamuoyunun tepkisi, toplumun artık sanatın gerçek hayattaki şiddeti yansıtmasına tolerans göstermediğini gösteriyor. Özellikle de bu şiddet, birçok insanın günlük olarak deneyimlediği ve acısını çektiği bir gerçeklikse. Bu, sanatın sınırlarının yeniden çizilmesi gerektiğine dair bir çağrı olarak da okunabilir.
Diğer yandan, sanatın provokatif gücünü tamamen ortadan kaldırmak, ifade özgürlüğüne zarar verebilir. Sanat, toplumsal değişimin ve ilerlemenin önemli bir itici gücü olmuştur. Ancak bu güç, sorumlu ve etik bir çerçevede kullanılmalıdır.
Sonuç olarak, bu tartışma bizi sanatın toplumdaki rolü ve sorumluluğu üzerine derin düşünmeye zorluyor. Sanat, toplumun en karanlık yönlerini yansıtırken aynı zamanda iyileştirici bir güç olabilir mi? Yoksa belirli sınırlar çizilmeli mi?
Kaygılaroğlu’nun deneyimi, sanatın toplumdan bağımsız olmadığını ve sanatçıların eserlerinin etkileri üzerine düşünmeleri gerektiğini gösteriyor. Toplumun beklentilerive hassasiyetleri göz önünde bulundurulduğunda, sanatın sınırlarını yeniden tanımlamak gerekebilir. Çünkü “bu sadece sanat” demek, artık birçokları için yeterli bir açıklama değil.
Derya ULUSOY