Mavi Sakal’ın Gizli Odası: Bir Kadın Cinayeti ve Güç Hikayesi

0

Mavi Sakal’ın Gizli Odası: Bir Kadın Cinayeti ve Güç Hikayesi

Bir zamanlar, Mavi Sakal olarak anılan zengin ve esrarengiz bir asilzade yaşarmış. Sakalının tuhaf mavi tonu, etrafını saran uğursuz hava kadar dikkat çekiciymiş. Defalarca evlenmiş olmasına rağmen, kimse önceki eşlerinin akıbetini bilmiyormuş. Günün birinde, genç ve güzel bir kadına evlenme teklif etmiş; zenginliğinin ihtişamıyla büyülenen kadın teklifi tereddütsüz kabul etmiş.

Düğünün ardından Mavi Sakal, yeni eşine şatosunun her odasının anahtarını teslim etmiş, ancak onu tek bir kapıyı asla açmaması konusunda sıkı sıkıya uyarmış. Fakat merak, genç kadının yüreğini kemirmiş ve sonunda yasaklı kapıyı aralamış. Gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüş: Gizli odanın duvarlarında, Mavi Sakal’ın önceki eşlerinin kanlı cesetleri asılı duruyormuş. Panikle anahtarı gizlemeye çalışmış, ancak anahtarın üzerindeki silinmeyen kan lekesi gerçeği ele vermiş.

Mavi Sakal, karısının itaatsizliğini fark edince, onu da önceki eşleriyle aynı korkunç kadere mahkum etmeye karar vermiş. Tam infaz anında, genç kadının kardeşleri şatoya varmış ve Mavi Sakal’ı öldürerek kardeşlerini kurtarmışlar.

Bu karanlık Fransız halk masalı, ataerkil kontrolün tehlikelerini ve iktidar sahiplerinin çizdiği sınırları aşmanın ölümcül sonuçlarını metaforik bir dille gözler önüne seriyor. Ancak Mavi Sakal’ın hikayesi sadece eski bir masal değil; güç, şiddet ve baskı temaları, günümüzde hala trajik gerçek hayat olaylarında yankı buluyor.

İstanbul Cinayetleri: Modern Bir Mavi Sakal

4 Ekim’de İstanbul, iki genç kadının vahşice katledilmesiyle sarsıldı. 19 yaşındaki Semih Çelik, aynı yaştaki eski okul arkadaşları İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’i acımasızca öldürdü. Kız arkadaşı Ayşenur’un boğazını kestikten sonra, takıntılı bir aşkla bağlı olduğu ve kendisini terk eden eski sevgilisi İkbal’in kafasını keserek Edirnekapı surlarından aşağı fırlattı. Bu dehşet verici eylemlerinin ardından, surlardan atlayarak intihar etti.

Çelik’in uzun süredir psikolojik sorunları olduğu biliniyordu; iki kez kaybolmuş, bir kez intihara teşebbüs etmişti. Beş kez farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde tedavi görmesine rağmen, sistemin hem onu hem de hayatlarını kaybeden kadınları korumakta yetersiz kaldığı açıktı.Odasında bulunan parçalanmış kadın bedenleri çizimleri, Mavi Sakal’ın gizli odasını andıran karanlık bir zihnin derinliklerini gözler önüne seriyordu.

Bu cinayetler, sadece münferit bir delilik eylemi değil; kadınların cinsiyetleri nedeniyle hedef alındığı bir şiddet biçimi olan kadın cinayetlerinin acı bir yansımasıydı. Bu trajedi, kadınların karşı karşıya olduğu tehlikeleri ve ataerkil bir toplumda yaşamanın ağır bedelini bir kez daha gündeme getirdi.

Oda’nın Kilidini Açmak: Güç, Kontrol ve Kadın Cinayetleri

Tıpkı Mavi Sakal’ın, kurallarına uymadığı için eşini cezalandırması gibi, İkbal ve Ayşenur da kendilerini kontrol etmeye çalışan bir adamın kurbanı oldular. Günümüz toplumunda, kadınlar ister bir ilişkiyi sonlandırarak ister ataerkil normlara meydan okuyarak özerkliklerini ifade ettiklerinde, sıklıkla şiddetin hedefi haline geliyorlar.

Kadın cinayetlerinin temelinde yatan da budur: Kadınların, erkek egemen bir sistemin çizdiği sınırların dışına çıktıkları için cezalandırılması gerektiği inancı. Mavi Sakal’ın kilitli odası misali, bu sınırlar kadınları kendi yerlerinde tutmak ve kontrol etmek için tasarlanmıştır ve bu sınırlara meydan okuyanlar, en nihai bedeli—ölümü—göze almak zorundadır.

Yasaklı Oda ve Toplumsal Suç Ortaklığı

Mavi Sakal masalında, kadın en sonunda kurtarılır. Ancak gerçek hayatta böyle bir mutlu sonun garantisi yoktur. İkbal ve Ayşenur’un vahşice katledilişi, yalnızca bir bireyin patolojisini değil, aynı zamanda daha derin bir toplumsal başarısızlığı da ortaya koymaktadır. Türkiye’nin, kadınları şiddetten korumak için oluşturulmuş İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadın hakları açısından büyük bir geri adım olup, kadınları cinayetlere karşı daha da savunmasız bırakmaktadır.

Bu cinayetlere verilen bazı kamuoyu tepkileri, toplumda hala kök salmış olan ataerkil değerlerin hüküm sürdüğünü göstermektedir. Örneğin, tartışmalı bir figür olan Ebubekir Sofuoğlu, İkbal Uzuner’in “İslami hassasiyetle” yetiştirilmiş olsaydı hayatta kalabileceğini öne sürerek, kurbanı kendi ölümünden sorumlu tutmuştur. Benzer şekilde, Akit yazarı Ali Karahasanoğlu da suçu Türkiye’nin Medeni Kanunu’na atarak, kadınların kanun önünde eşit olmasının bir şekilde mağduriyetlerine yol açtığını ima etmiştir.

Bu tür anlatılar, sorumluluğu asıl failden uzaklaştırmakla kalmayıp, suçu kadınların üzerine yıkarak, onların eylemlerinin veya yaşam tarzlarının maruz kaldıkları şiddetten sorumlu olduğu yönündeki zehirli inancı pekiştirmektedir. Bu düşünce tarzı, kadın cinayetlerinin normalleştirildiği ve kadınları koruma sorumluluğunun göz ardı edildiği bir kültürü beslemektedir.

Satanizm, Sanat ve Dikkat Dağıtma Taktikleri

Bazı trol hesaplar ve medya kuruluşları, bu vahşi cinayetleri tekno konserleri ya da bir moda tasarımcısının eserleri gibi kültürel etkinliklerle ilişkilendirerek “satanizm” etiketiyle yaftalamaya çalıştılar. Bu gruplar, sanat sergilerindeki keçi heykelleri veya moda gösterileri gibi tamamen alakasız olayları bu trajik cinayetlerle bağdaştırarak, asıl sorunlardan dikkati saptırma yoluna
gittiler. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti besleyen sistemsel sorunları ele almak yerine, korku ve batıl inançları kullanarak kadınları ve yaratıcı ifadeyi daha da marjinalleştirmeyi hedeflediler.

Bu taktik yeni değil. Tarih boyunca, toplumsal kriz dönemlerinde bazı gruplar, sanatı, müziği veya ilerici hareketleri suçlama eğiliminde olmuşlardır. Geçmiş yüzyıllardaki cadı avı histerilerinde olduğu gibi, bu tür dikkat dağıtıcı unsurlar, kadın cinayetlerinin gerçek nedenleri
olan ataerkil kontrol ve koruma sistemlerindeki yetersizliklerle ilgili anlamlı tartışmaların önünü kesmektedir.

Tarih Boyunca Kadın Cinayetleri: Kalıcı Bir Şiddet Döngüsü

Kadın cinayetlerinin tarihi, ataerkil düzenin kökenleri kadar eskidir. Cadı avlarından namus cinayetlerine, modern çağın şiddetine kadar kadınlar, yüzyıllardır cinsiyetleri nedeniyle hedef alınmaktadır. Orta Çağ’da normlara uymayan kadınlar cadı ilan edilip yakılırken, birçok kültürde namus cinayetleri, kadınları itaatsizlikle suçlayıp “aile onurunu” kurtarmanın bir yolu olarak görülmüştür. Bu şiddet, kadınları erkeklerin kontrolüne tabi kılan ataerkil yapılarla beslenmiştir.
Günümüzde de kadın cinayetleri, kadınların özgürlük ve bağımsızlık taleplerine karşı bir tepki olarak devam etmektedir.

Kontrol Döngüsünü Kırmak

Bir sonraki Mavi Sakal’ı durdurmak için, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin temelini oluşturan yapısal şiddetle yüzleşmeliyiz. Erkeklerin, kadınların yaşamlarını ve bedenlerini kontrol etme hakkını kendilerinde görmelerine yol açan sistemlere meydan okumalıyız. Mavi Sakal’ın odasını açmak yeterli değil; o kanlı odaya bakıp, bir daha kapanmamak üzere bu kilitli odaları tamamen ortadan kaldırmalıyız.

Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi, “Kadınlarını geri bırakan toplum, geride kalmaya mahkumdur.” Kadınların özgürlüğünü ve haklarını güvence altına alan laik ve demokratik yasalar, bu şiddet döngüsünü kırmanın en temel yollarından biridir.

Masallardaki gibi mutlu sonlar için değil, gerçek hayatta kadınların güvenle yaşayabileceği bir dünya için mücadele etmeliyiz.

Derya ULUSOY