Kent Ekranı

Çöp Torbası ve Çıplak Hayat: Ümraniye Olayı Sonrası Adaleti Yeniden Düşünmek

Çöp Torbası ve Çıplak Hayat: Ümraniye Olayı Sonrası Adaleti Yeniden Düşünmek

İstanbul Ümraniye’de motosiklet hırsızlığı şüphesiyle yakalanan Yunus Emre Geçit, çıkan arbede esnasında polise ateş açtı ve bu sırada 26 yaşındaki polis memuru Şeyda Yılmaz hayatını kaybetti. 19 yaşındaki Geçit’in 26 sabıka kaydı olmasına rağmen serbestçe dolaşıp suç işlemeye devam etmesi, adalet sistemindeki ciddi eksiklikleri gözler önüne seriyor.

Geçit gibi bireyler neden tekrarlayan suçlar işliyorlar? Suç geçmişi bu kadar kabarıkken neden etkili bir şekilde rehabilite edilemiyorlar ya da neden caydırıcı cezalar almıyorlar? Bu sorular, ceza ve adalet sistemimizin işleyişini sorgulamamıza yol açıyor.

Geçit’in topluma ve kendisine zarar vermeye devam etmesinin nedeni, sadece bireysel sorumlulukla açıklanamaz; bu durum, sistemin suç önleme ve suçluları rehabilite etme işlevlerinin yetersizliğini de açığa çıkarıyor.

Polis memuru Yılmaz’ın ölümünün getirdiği acı ve adalet sistemindeki eksiklikler son derece gerçek ve sarsıcı olsa da, Geçit’in tutuklanmasının ardından yaşananlar ceza, insan onuru ve adaletin sınırları hakkında daha derin bir düşünmeyi gerektiriyor.

Sıra Dışı Bir Görüntü: Çöp Torbası ve Hayvan Aracı

Geçit tutuklanmasının ardından, iki kadın polis nezaretinde sıradan bir polis aracıyla değil, bir hayvan taşıma aracıyla adliyeye götürüldü. Üzerine ise bir çöp torbası geçirilmişti. Bu alışılmadık ve sıra dışı görüntü, kolluk kuvvetlerinin lojistik bir tercihi olmanın ötesinde, toplumun
suçlulara nasıl baktığını ve onları insanlıktan nasıl çıkardığını simgeliyor.

Homo Sacer: Toplumun Dışladığı Figür

Bu sahne, İtalyan filozof Giorgio Agamben’in homo sacer kavramını hatırlatıyor. Roma hukukunda homo sacer, toplumdan dışlanan, öldürülse bile bu eylemin cinayet sayılmadığı bir figürdü. Bu tür kişiler, yasal koruma haklarından mahrum bırakılır, ölüme terk edilir, ancak resmi olarak infaz edilmezlerdi. Geçit’in adliyeye götürülme biçimi, teknik olarak hala adalet sisteminin içinde olsa da, insani muamele hakkından sembolik olarak mahrum bırakıldığını gösteriyor. Artık hakları ve onuru olan bir insan değil, yönetilecek ve cezalandırılacak bir nesne olarak görülüyor.
Bu da toplumun suç işleyen bireyleri nasıl insan atığı olarak algıladığını ve adalet adına onları nasıl değersizleştirdiğini ortaya koyuyor.

Çıplak Hayat: İnsani Statünün Kaybı

Agamben’in çıplak hayat kavramı, bu durumu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Çıplak hayat, bir bireyin sosyal ya da politik kimliğinden soyutlanarak yalnızca biyolojik bir varlık olarak görülmesi ve insanlık statüsünden çıkarılması anlamına gelir.

Peki, bir suçluyu insandan daha aşağı bir varlık olarak görmek adalete nasıl hizmet eder? Bu yaklaşım, suç ve dışlama döngüsünü beslemekten başka bir işe yarar mı? Agamben’in de işaret ettiği gibi, toplum bireyleri ahlaki topluluktan dışladığında, ortadan kaldırmaya çalıştığı şiddeti aslında yeniden üretir. Geçit’e yapılan muamele, insan hayatını
değersizleştiren ve dışlamayı güçlendiren bir sistemi besleme riski taşır.

Paradoks: Adalet ve Zulüm Arasında

Şeyda Yılmaz’ın trajik ölümü adaletin sağlanmasını gerektiriyor, ancak bu adaleti nasıl talep ettiğimiz, inşa etmek istediğimiz toplum hakkında çok şey anlatıyor. Cezalandırma arzumuz, bireyleri onurlarından mahrum bırakma tehlikesini ve adalet kavramını zedeleme riskini de beraberinde getiriyor.

Gerçek adalet sadece cezalandırmaktan veya suçluyu etkisiz hale getirmekten ibaret değildir; aynı zamanda suç işlemiş kişilerin bile insan onurunu koruyarak rehabilitasyon sürecini içermelidir. Bir suçluyu insanlıktan çıkarmak, aslında ortadan kaldırmaya çalıştığımız şiddet ve dışlama döngüsünü beslemektir. Geçit’in insan atığına indirgenmiş görüntüsü, suçların kökenlerine inmek yerine, cezalandırmaya ve gösteriye odaklanan bir sistemi yansıtmaktadır.

Toplum olarak şu paradoksla yüzleşmeliyiz: Suçlu ilan ettiğimiz bireyleri insanlıktan çıkararak,kendimizi de insanlıktan çıkarmış olmuyor muyuz? Cezalandırma arayışında kendi ahlaki temellerini aşındıran bir adalet sistemi, hem mağdurları hem de suçluları başarısızlığa uğratır.
Gerçek anlamda adil olmanın yolu, suçları ne olursa olsun her bireyin onurunu korumaktan geçer.

Sonuç olarak, adalet sadece suç işleyenlerin hesap vermesini sağlamak değil, aynı zamanda bizi birbirimize bağlayan insanlığı korumaktır. Eğer adalet arayışımız zalimliğe dönüşürse, toplumumuzun temel ilkelerine ihanet etmiş oluruz.
Şeyda Yılmaz’ın ölümü, sadece hesap sorma çağrısı değil, aynı zamanda ortak insanlığımızı onurlandıran adalete olan bağlılığımızı tazeleme fırsatı olmalıdır.

Derya ULUSOY