BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ (9) YENİKÖY-BAĞDAT EKSENİNDE YAŞANAN BİR KRALLA PRENSESİN HAZÎN AŞK HİKÂYESİ
BOĞAZİÇİ’NDE BAHARLA GELEN AŞK MEVSİMİ (1. Bölüm)
Nisan’ın başında Boğaz’ın bahçelerinde, kırlarında lâleler, sümbüller, leylâklar, erguvanlar, morsalkımlar peş peşe açmaya başlar…Zaman ilerledikçe iki yakadaki ergûvan ağaçları âdeta birbirleriyle adı konmamış bir yarışa kalkarlar…Kırları, korulukları saran renk cümbüşünde yamaçlar birden ergûvan rengine bürünür…Pembe-mor tonları karışır baharın taze yeşilliklerine…Günler Mayıs’a doğru ilerlerken ergûvan çılgınlığı korularda alev alev yangınlara dönüşür. Boğaziçi öbek öbek ergûvana boyanırken semtlerin çevrelerini mor salkım kokuları kaplar…Yeniköy’ümün hangi sokağına girsem hep o büyülü koku sarar benliğimi…Zeminleri taşla kaplı sokakların iki yanındaki taş duvarlardan sarkan mor salkımların genzimi okşayan hoş kokularını alırım bahar sarhoşluğuyla dolaşırken…
Boğaz’da baharın ilk habercileri nelerdir? Renkler mi, kokular mı, sesler mi? Bu soruya tek bir cevap vermek zor. Baharın başlangıcını çok seven Ahmet Hamdi Tanpınar ilk ipuçlarını bir renkte bulur: “Ben İstanbul baharının yarı hasta, havada, suda gizli ürpermeler, tereddütlerle dolu başlangıcını severim. Vapur dumanlarına kadar her şeyin hafif bir leylâk rengine büründüğü günler… İstanbul’da baharın müjdecisi bu renktir.”
Bahara alıcı gözle bakan her kişi için özel bir “bahar rengi” vardır. Örneğin, Abdülhak Şinasi Hisar’a göre baharın rengi mavidir. “Boğaziçi’nde ilkbahar sabahları öyle genç, ince mavidir ki, insan bu zamanları uykusunun son saniyelerinde ve daha gözlerini açmadan evvel, yanında yattığını bildiği sevgili bir vücut gibi duyar ve gözlerimizi onun hülya ve hatıramızı aşan güzelliğine açınca, saadetin tamamına ermiş oluruz.”
Kimine göre ise, kokular renklerin önüne geçer. Hafızalara nakşolur, hiç beklemediği bir anda, uzun yılların ötesinden çıkar gelir karşısına. Bahar denince Refik Halit Karay’ın burnuna ot kokuları dolar: “Ot deyip de geçmemeli; seçmeden bir tanesini koparalım: Derisindeki o şeffaflık ne güzeldir, ne körpe kırılır ve ne de kendine özgü bir rayihası, bir cazibesi vardır. Sade tazesinde değil kurusunda bile bir lâtafet bulurum. Taze çayır veya kuru ot kokusu bence bütün rayihalardan daha tesirli ve nefistir. Onun üstünde yalnız bir koku vardır ki maalesef şişeye girmez ve lâvantası yapılmaz: Yazın yağmurdan sonraki toprak kokusu.”
Henüz ilkokul öğrencisiyken “erguvan ve mor”un İstanbul’un rengi olduğunu bizzat yaşayarak öğrenmiştim. Semavi Eyice Hocamızdan okumuştum, Bizans imparatorları Sultanahmet’teki Büyük Saray’ın “Mor Odası”nda doğar, “erguvan kaftan” giyerlermiş. Osmanlılar Konstantinopolis’e 1453 yılının Mayıs ayında, yâni “erguvan mevsimi”nde sahip olmuştu. Roma İmparatorluğu’nu izleyen Osmanlı padişahlarının giysilerinde de “erguvan” öne çıkan bir renkmiş…
Ergûvan ile mor salkımın birlikteliğinin ergenlik çağımda belleğime kazınmış masal gibi bir sahnesini anımsıyorum…
Yeniköy’ün genç erkeklerini peşinde koşturan sarışın bir Rum kızı vardı. Ancak o bu delikanlıların hiçbirine bağlanmaz, onları gülerek selamlar, ayaküstü hoş beş ettikten sonra sözü fazla uzatmadan hayranını oracıkta bırakıp giderdi. Toy halime karşın kanımın fokur fokur kaynadığını, içime bir ateşin düştüğünü hisseder ama utangaçlığımı aşarak ona olan sevgimi bir türlü dışa vuramazdım…
Günlerden bir gün Büyükbabamın Kalender’in tepesindeki korusuna giderken ne göreyim? Yaşça benden büyük bir erkek arkadaşım o kızın altın sarısı saçlarının üstüne, morsalkımdan yapılmış bir tacı, Kalender’in yamacında çiçeğe durmuş bir ergûvan ağacının altında takıyor…O sahneyi gördüğümde benliğimi saran şiddetli kıskançlık duygusuyla bir hafta boyunca kendime gelememiştim…
Yaşım ilerledikçe çok iyi anladım ki İstanbul hep aşktır, İstanbul hep masaldır, İstanbul hep gizemdir. O nedenle İstanbul maceraları hiç bitmez…Aşk İstanbul’un Haliç kıyısında başka, Adalar’da başka, Boğaz’da ise bambaşka yaşanır…Kendimi bildim bileli, sürekli içinden tarihin geçtiği bir masal âleminde geziyorum Altın Boynuz’dan başlayarak Boğaz’ın ucundaki Fenerlere kadar…
***
GÜNLÜKLERİME DÜŞTÜĞÜM NOTLAR
İlk gençlik yıllarımda günlük tutardım. Bunların yaşamımdaki deneyimlerimi izlemede taşıdığı değeri olgunluk çağımda anladım…Günlük tutmamı sadece romantik bir ilk gençlik hevesi ya da alışkanlığı olarak gören aile büyüklerimiz sonraları fikirlerini değiştirdiler. O günlüklerin etkinliğimi, verimliliğimi arttırabilecek önemli bir araç olduğunu yakınlarım da ilerleyen yıllarda anladılar…
Günlüklerime kaydettiğim geçmişteki kimi olayları sonraları kısmen aslına sadık kalarak kısmen de kurmaca öyküler tarzında yazmaya başladım…
Belleğimde kalıcı izler bırakan o olaylar dizisinin arasında ilerideki yıllarda kişiliğimin şekillenmesinde etkili olanlardan birini burada, sosyo-kültürel ve siyasal çerçevesiyle, ayrıntılı biçimde paylaşmak istiyorum…
Neden mi? Çünkü gözlerimin önünden âdeta bir film gibi gelişen olaylar yaşamımın ilerideki bölümlerinde, makam – mevki, mal – mülk, para – pul, şan – şöhret sahibi olmak gibi maddiyata dayalı hedeflere/olgulara bakış açımı kökten değiştiren bir etkileşim sağladı. Bu bağlamda 1950’lerin Yeniköy’ünde beni derinden etkileyen o olaylar dizisiyle ilgili anılarımı toparladım…
Olayın ana temasını, “Boğaz’da başlayıp Bağdat’ta yapılan askerî darbe ile sona eren, bir kral ile kraliçe adayı bir prensesin hazîn izdivaç hazırlığı” şeklinde özetleyebilirim…
Irak Haşimî Krallığı’nın tahtına yeni çıkmış genç Kralı II. Faysal ile Osmanlı ve Mısır Krallığı Hanedanı’ndan Hanzade Sultan’ın kızı Prenses Fazıla arasında masal gibi başladıktan sonra süratle gelişen tanışma, flört, nişanlanma ve evlilik hazırlıklarının beklenmedik bir biçimde ansızın sona ermesinin trajik hikâyesini yazarken bu olaylardan çıkardığım hayat derslerini de sizinlepaylaşacağım…
***
1950’LERDE ÜLKEMİZDE YAŞANAN DEĞİŞİM
Demokrat Parti’nin (DP) 1950 yılında iktidara gelmesiyle değişen politik ve ekonomik şartlar, ülkeyi ve toplumu yeniden yapılandırma sürecine sokmuştu. Ekonomide peş peşe önemli kalkınma hamleleri gerçekleştirilmeye başlandı…Nitekim, Türk tarımı, Başbakan Adnan Menderes’in öncülüğünde makineleşme sürecine girerken ekilen toprakların ve ürün miktarının artmasıyla önemli bir atılım dönemi yaşanıyordu…
Siyasi açıdan muhafazakâr, ekonomi politikaları açısından ise liberal bir çizgiyi benimseyen, özel sektör yatırımlarını da teşvik etmeyi ön planda tutan DP, 1946-1950 arasındaki 4 yıllık muhalefet dönemi sonrasında 14 Mayıs 1950’deki genel seçimle iktidara gelmişti. 1950 genel seçiminde, yüzde 55,2 oy alarak önemli bir başarı sağlarken, başarısını 1954 ve 1957 genel seçimlerinde de tekrarladı.
Adnan Menderes’in başbakanlığındaki DP hükümetleri döneminde birçok altyapı, ulaştırma, enerji ve reel sektör yatırımı hayata geçirildi.
***
YAŞAM BİÇİMLERİNDEKİ DEĞİŞİM
1950’li yıllarda her alanda gerçekleştirilen üretim artışı tüketim alışkanlıklarında ve toplumsal yaşamda devrimsel değişimlere yol açıyordu. Sadece yöresel değil, Anadolu toplumlarında bile halkın tercihlerini yönlendirmekte medyanın, o yıllardaki deyimiyle “basın”ın inanılmaz etkinliği fark edilmişti. Bu nedenle yayın hayatında “dergiler”, eski deyimi ile “mecmualar” da gündelik haberler yanında sanat, eğlence, giyim gibi konuları işlemeye başlayarak yeni ürünlerin tanıtılması, dolayısı ile halkın taleplerinin artmasına yol açtılar. Bunun sonucunda insanları, halkımızın o yıllarda henüz pek bilmediği haz ve keyif veren (Frenkçesiyle “hedonist”) bir alışveriş çılgınlığına sürüklediler. Oysa biz ilkokul çağımızda, “Yerli Malı, yurdun malı herkes onu kullanmalı” gibi sloganlarla betimlenen, aşırı tüketimi önleyen tasarrufu destekleyici sloganlarla yetiştirilmiştik…
Toplumun geliri artan kesimlerinde yaygınlaşan hızlı tüketim artışı orta gelirli bürokrat kesiminden gelen, tasarrufu önemseyen bizim gibi ailelerde tedirginliğe yol açıyordu…
O yıllarda Demokrat Parti iktidarının uygulamaya başladığı liberal ekonomi politikasının değişen rüzgarı ile, toplumun yüksek gelir gruplarında Amerikan yaşam tarzı moda olmaya başladı…İşte bu nedenle varsıl kentli kesimlerin yaşamına, amiyane tabiri ile “sosyete kesimi”nin yaşam tarzı ve haberleri girmeye başlayınca günümüzün magazin basını anlayışının temelleri atılmış oluyordu. Magazin gazeteciliği, haberler dışında asıl hedefinin eğlendirmek olduğu kabul edilen bir alanda tutundu. Kaliteli kâğıt üzerinde farklı tasarımlar, bol fotoğraflarla donanmış eğlenceli bilgi aktarımı ile hem reklamların daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlıyordu hem de insanlara ilim, politika, sanayi gibi ağır konuları işleyen diğer yazılı yayınlardan daha çekici görünüyordu. Hele ki, haberlerin yukarıda belirttiğim gibi “sosyete kesimi” yani toplumca tanınmış ünlü kişilerin hayatları ve yaşam biçimleri hakkında haberlerden ibaret oluşu, magazinlerin etkilediği okuyucu kitlesini daha da genişletiyordu…Bu 1956’da başlayan toplumsal süreçte Türkiye, o güne kadar en yüksek tiraja ulaşmış haftalık haber ve magazin (aktüalite) dergisi olan HAYAT ile tanıştı…“HAYAT” yayın hayatına başladıktan sonra Türkiye’de okunma/izlenme rekoruna ulaşıyordu.
HAYAT benim de çocukluğumun ve gençliğimin o zamanki terimi ile “mecmuası”, Türkiye ve dünya aktüalitesinin nnabzını tuttuğum yayın organı olmuştu. Kuşe kâğıda basılmış ve o ayın konusu ünlülerin tam boy, renkli ve hiçbir yerde yayınlanmamış, profesyonellerce çekilmiş büyük boy fotoğrafları eşliğinde biz, Irak Kralı II. Faysal ile Osmanlı Hanedanı’ndan Prenses Fazıla’nın yıldırım aşkını, Hilton Oteli’nin görkemli açılışını, İran Şahı ile Farah Diba’nın dillere destan düğününü, Yassıada yargılamalarını, Monaco Prensi Rainier ile Grace Kelly’nin dillere destan düğünlerini, Kennedy’nin öldürülüşünü, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in Türkiye ziyaretini, hem de dünya basını ile aynı anda izledik…
1956’da haftalık dergi olarak HAYAT’tan çok daha farklı bir hedefle SES Mecmuası yayın hayatına girdi. Televizyon ve internetin olmadığı 60’larda, kızların Göksel Arsoy’a, erkeklerin de Belgin Doruk’a imrendiği yıllarda, gençlerin sahnelere adım atarak ünlü olmasını sağlayan bu popüler kültür dergisinde hem sanat, sinema, moda ve müzik dünyasından haberler yer alıyor hem de Ressam Fikret Mualla’dan’dan çizimlere, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazılarına da yer verilerek dergiye bir ayrıcalık kazandırılıyordu. Hiç unutmam, Fikret Mualla’nın SES Dergisi için 1938’de çizdiği desenlerden biri müstehcen bulunarak dergi aleyhine dava dahi açılmıştı.
Benim kuşağım ve bizim yabancı dil bilen ebeveynimiz için, o sıralarda yurda giren yabancı dergiler yalnız Holywood filmlerinden izlediğimiz, merak ettiğimiz Batılı yaşam tarzı hakkında bizi aydınlatıyordu. Bol bol renkli fotoğraflarla sunulan renkli yayınlar burada henüz bulamadığımız, tanımadığımız giyim kuşam, mobilya ve mefruşat ürünleri için toplumumuzda yeni tarz çağdaş yaşama dair özentiyi kamçılayıcı olmuşlardır…
Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde (ACG) eğitim alan ve Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (ADTCF) İngiliz Filolojisi Bölümü mezunu olan annem ile özel yabancı dil merakıyla kendini geliştiren babam İngilizceyi çok iyi konuşur ve yazarlardı…Ebeveynimin Anglo-Sakson toplumların temsilcileri ile yüz yüze ilişki kurarak o insanlarla sohbet etme istekleri her he hikmetse bahar aylarında zirve yapardı…Nisan/Mayıs aylarında İstanbul’u ziyarete gelen yabancı turistlerle ve hattâ Amerikan 6.Filosu’nun bahriye subaylarıyla ahbaplıklar kurarak onlara Taksim-İstiklâl Caddesi civarındaki cafelerde Türk çayı ve kahvesi ikram ederler, bol bol sohbet ederek bir nevi gönüllü turist rehberliği yaparlardı…
Annem ve babam dünyadaki siyasî ve ekonomik gelişmeleri yakından takip etmek istedikleri için düzenli olarak ABD’nin ünlü Time, Life ve Readers’ Digest dergilerini satın alıyor ve bu dergilerde çıkan tüm haberleri, makaleleri, düşünce yazılarını baştan sona dikkatlice okuyorlardı…
Annem ve babam böylece dünya aktüalitesini yakından izleyerek Avrupa’da, Kuzey ve Güney Amerika’da, Orta Doğu’da, Asya’da, Uzak Doğu’da yaşananları not ederler, bu önemli gelişmeleri aile ve komşu çevremizde de günlük sohbetlerinde paylaşırlardı…
***
YENİ YAŞAM TARZININ YENİKÖY’DEKİ YANSIMALARI
Boğaziçi’nin kadîm semti Yeniköy’ün 1955 – 58 yıllarındaki zaman dilimine giderek o dönemde âdeta zihnime kazınan bir kralın evlenme hazırlığını mercek altına alacağım…
1950’lilerde Yeniköy-Boğaziçi’nde, yalılarda, köşklerde, villalarda ikamet eden İstanbul’un yüksek sosyetesinden ünlü kişilerinin yaşantılarını, onları hem yakından bizzat görerek, hem de günlük gazetelerde ve haftalık magazin dergilerinde çıkan resimli haberlerini okuyarak ailece ilgi ve merakla izlerdik…
O yıllarda özellikle yaz aylarında Boğaziçi – Yeniköy’de yaşayan soyluların arasında Hanzade Sultan ile kızı Prenses Fazıla ve kızkardeşi Neslişah Sultan ile Irak Kral Naibi Şerif Abdülilâh İstanbul’un yüksek sosyetesinin çeşitli etkinliklerinde buluşuyorlardı…
Osmanlı Hanedanı’ndan Hanzade Sultan ile kızı Prenses Fazıla, Çanakkale Savaşları ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Selahattin Adil Paşa’nın oğlu Semuh Adil Beyefendi’nin Yeniköy’deki yalısında kiracı olarak yaşıyorlardı. Irak Kralı’nın Amcası ve Kral Naibi Şerif Abdülilâh da Baltalimanı’ndaki bir yalıda oturuyordu…
İlk gençlik yıllarımda yaşamlarının bir bölümünü izleme olanağını bulduğum, hanedan ve asaleti ünvanlı, soylu kişilerle ilgili anılarımı, o kişilerin Orta Doğu Tarihi’ne geçen tatlı, acı ve hazîn olaylarını belleğim ve kalemim elverdiğince burada sizinle paylaşacağım…
***
Aldığımız duyumlara göre, Irak Kralı II. Faysal, 1955 yılında Hanzade Sultan’ın kızı Prenses Fazıla’nın fotoğraflarını görüp prensese aşık olmuştu. Bundan sonra Irak Başbakanı Nuri Said Paşa’yı İstanbul’a göndererek bu evliliğin yollarını aramaya karar vermişti…
Irak ile Türkiye arasındaki yakınlaşmayı ivmelendiren gelişmeler, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin fevkalâde iyi olduğu, devlet erkânının arasında su sızmadığı günlerde, yâni 1957 yazında, Irak Başbakanı Nuri Said Paşa’nın bir gün, son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin ile son Halife Abdülmecit Efendi’nin o sırada İstanbul’da bulunan torunu Neslişah Sultan’ı ziyaretiyle başladı…
Bir halife torunuyla evlenmek kralın siyasî ve dinî gücünü, otoritesini de artıracaktı. Prenses Fazıla 1941’de Kahire’de doğmuştu. Babası da Mısır Kralı Faruk’un kuzeni Prens Muhammed Ali İbrahim’di.
Bu ziyaret esnasında Nuri Said Paşa, Irak halkının çoğunluğunun Şiî ama kraliyet ailesinin Sünnî olduğunu anlatarak söze girer. Sünnî bir hanedanın Şiîler üzerinde otorite sağlamasının güçlüklerinden bahseder. Bekâr olan kralın önde gelen Müslüman bir aileye mensup bir kızla evlenmesi, meselâ bir halife torunuyla dünya evine girmesi halinde gücünün daha da artacağını söyler. Sonra, gelin adayı olarak Neslişah Sultan’ın kızkardeşi Hanzade Sultan’ın kızı Prenses Fazıla’yı düşündüklerini nakleder ve Sultan’dan bu talebi Prenses Fazıla’nın annesiyle babasına iletmesini rica eder…
DOĞRU BİR SEÇİM
Hanzade Sultan ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Prens Mehmed Ali İbrahim’in kızı olan Prenses Fazıla, o sırada 16 yaşındaydı. Anne tarafından Osmanlı, baba tarafından da Mısır Hanedanına mensuptu. Büyük dedesi son Halife Abdülmecit Efendi idi ve dolayısıyla Iraklılar müstakbel kraliçeleri konusunda siyasi bakımdan son derece uygun bir seçim yapmışlardı…
(Devam Edecek)
Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 2 Haziran 2024