Raskolnikov’un Kabusu: Prenses Kate, Gazze’deki Çocuklar ve Seçici Empatinin Ahlaki Krizi
Dostoyevski’nin eseri Suç ve Ceza’da, insanlık durumuna dair keskin kavrayışıyla psikolojik derinliğe sahip bir sahne vardır: Başkahraman Raskolnikov, kendisini bir kabusun pençesinde bulur: Rüyasında, çocukluğuna geri döndüğünü, tekrar yedi yaşında olduğunu ve babasıyla birlikte yürürken bir köylü ile karşılaştığını görür. Köylü, yaşlı bir atı, insan dolu ağır bir vagonu çekmeye zorlamaktadır. Sarhoş kalabalığın bu komik duruma gülmeleri üzerine köylü öfkelenir ve güçsüz atı dövmeye başlar. Diğerleri de eğlenmek amacıyla bu duruma dahil olurlar ve nihayetinde demir çubuklar ve levye gibi aletler kullanırlar. At başta dirense de sonunda yere düşer ve ölür. Rüyadaki çocuk Raskolnikov, çok üzülerek ölmüş ata sarılır, onu öper ve küçük yumruklarıyla atın sahibine saldırır. Tüm bu süre boyunca atın sahibi olan köylü, atın kendisine ait olduğunu ve onunla istediğini yapabileceğini savunur.
Bu sahne yalnızca grotesk bir zalimlik eylemini tasvir etmekle kalmaz, aynı zamanda kalabalığın şiddete katılma konusundaki dehşet verici hevesini de vurgular. Dostoyevski bu anı, okuyucuyu insan doğası ve toplumsal normlar hakkında tedirgin edici sorularla karşı karşıya bırakmak için kullanır. Kalabalık neden böylesi bir zalimliğe bu kadar kolay katılmaktadır? Katılımları şiddete yönelik gizli bir dürtüden mi yoksa acıya karşı duyarsızlaşmadan mı kaynaklanmaktadır? Çocuk Raskolnikov’un dehşete kapılmış
gözleriyle aktarılan bu kabus, toplumun kayıtsızlık ve duygusal kopuş yoluyla zulmün suç ortağı haline gelmesinin ne kadar kolay olabileceğinin acımasız bir hatırlatıcısıdır.
Kurgudan Gerçeğe: Seçici Empatinin Modern Örnekleri
Toplumsal davranışa derinlemesine kök salmış bir kusur olarak rahatsız edici gerçeklerden gözlerimizi kaçırma ve seçici empati eğilimimiz, modern toplumsal hayatta da çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bunun güncel bir örneği, “Prenses Kate öldü mü bilmiyorum ama Gazze’deki çocukların İsrail tarafından bombalandığını
biliyorum” diye yazan oyuncu Demet Evgar’ın eleştirel gözleminde bulunabilir.
Evgar’ın açıklaması, şöhret kültürünün ve medya sansasyonunun gürültüsünü keserek dikkatleri, ciddi bir insanlık krizine yöneltmektedir. Sansasyonel olanı, daha önemli olana tercih etme eğilimininse ağır sonuçları vardır: Halkı acı ve adaletsizliğin gerçeklerine karşı uyuşturur ve gerekli bir tepkinin aciliyetini azaltır.
Zizek’in Kültürel Eleştirisi: Sistematik Kayıtsızlığın Analizi
Medyanın algılarımızı nasıl şekillendirdiğini ve küresel krizlere verdiğimiz tepkileri nasıl kontrol ettiğini inceleyen Sloven filozof Slavoj Zizek “bilinmeyen bilinenler” kavramını ortaya koyar: “Bilinmeyen bilinenler”, farkında olmamıza rağmen bilinçli olarak görmezden gelmeyi seçtiğimiz gerçekleri işaret eder. Zizek, modern kültürün sistematik olarak bakışlarımızı kaçırabileceğimiz yolları kolaylaştıracak şekilde evrimleştiğini iddia eder; başkalarının kötü durumlarına karşı kasıtlı olarak kör kalmamıza izin verdiğini savunur. Bu stratejik görmezden gelme, genellikle rahatımızı sürdürme veya bu
zorluklardaki potansiyel suç ortaklığımızla yüzleşmekten kaçınma arzusuyla motive edilir.
Sanatsal Yansımalar: Uğur Gallenkuş’un Paralel Evrenleri
Zizek’in eleştirisi, paralel evrenler üzerine çarpıcı serileriyle keskin zıtlıkları gözler önüne seren Uğur Gallenkuş’un sanatında canlı bir şekilde yankılanır. Galenkuş’un eserleri, varlıklı toplumlardaki gündelik yaşamın sıradan görüntülerini – huzur, dinginlik, bolluk ve konfor sahnelerini- dünyanın daha az şanslı bölgelerindeki insanların maruz kaldığı şiddet ve acının gerçek fotoğraflarıyla yan yana getirir. Bu yan yana getirme sadece sanatsal bir ifade değil, aynı zamanda kasıtlı bir yüzleşmedir.
Gallenkuş’un “paralel evrenleri” sadece eşitsizlikleri tasvir etmekle kalmaz, aynı zamanda güçlü bir görsel iddianamedir. Küresel varoluşumuzun derinliklerine kök
salmış ikiyüzlülükle yüzleşmek ve bunları sorgulamak için acil bir çağrı görevi görür. Her bir eser, izleyicileri bu ikilikler içindeki kendi konumları üzerine düşünmeye zorlar.
Görsel Yüzleşmeler: Küresel İkiyüzlülüğe Meydan Okumak
Bu bağlamda, hem Zizek’in eleştirileri, hem de Gallenkuş’un görsel provokasyonları, etrafımızdaki dünyaya daha bilinçli ve vicdanlı bir yaklaşım uyandırmak için kritik araçlar olarak hizmet eder. Bizi yakın çevremizin ötesine bakmaya ve küresel olarak birbirine bağlı bir toplumun daha geniş, çoğu zaman daha sert gerçekleriyle ilgilenmeye çağırır.
Kayıtsızlığımızın yankıları ve uzaklardaki acılara olan sessiz onayımız üzerine düşünürken, Dostoyevski’nin derinlemesine bir gözlemine kulak verelim: “Gece ne kadar karanlıksa, yıldızlar o kadar parlaktır.” Bu sözler, en karanlık anlarda bile gerçek aydınlanma ve empatinin nasıl güçlü bir şekilde ortaya çıkabileceğini bizlere hatırlatır. O halde gerçek empatiyi amansız arayışımızda, kayıtsızlığımızın opak aynasını kırıp yerine; her acının farkına varıldığı, her trajedinin derinden hissedildiği ve her canlının değerli kabul edildiği bir dünyaya açılan berrak bir pencere koymak için çaba sarf edelim.
Derya ULUSOY/Felsefeci