Yunanistan İzlenimleri (Dedeağaç: Aleksandropolis)  1 

0

Yunanistan İzlenimleri (Dedeağaç: Aleksandropolis)  1 

Yunanistan’a bu üçüncü gidişim. İkisi görev gereğiydi. O zaman Dedeeğaç (Aleksandropolis), İskeçe (Xanthi), Kavala (Καβάλα), Gümülcüne ve Selanik’i (Thessaloníki) görmüştüm. Bu seyahat olmasaydı Dedeeğaç’ı (Aleksandropolis) ve Kavala’yı (Καβάλα) iyi bildiğim söylenemezdi.

Mahşer’in Dört Atlısı!

Biz Mahşer’in Dört Atlısı (ben, Recep, Engin, Özlem) ile benim ve Engin’in eşi de bu seyahate katıldı. Yaşlılık günlerini ortaklaşa geçirme düşünü paylaşan bizler için bu farklı bir deneyim oldu. Mahşerin Dört Atlısı olarak birbirimizi en az çeyrek asırdır tanıyor olsak da birlikte nasıl yaşayabileceğimizi deneyimledik.

Öğle saatlerinde iki ayrı otomobil ile İstanbul’dan yola çıktık. Birkaç yerde durduğumuzdan üç saati geçti İpsala Gümrük Kapısı’na varmamız.

İpsala Gümrük Kapısı

Öngörümüzün tersi oldu: Ne bizim gümrük kapımızda ne de Yunanistan’daki gümrük kapısında pek yoğunluk yoktu. İpsala’dan sonra Dedeağaç yaklaşık 40 kilometre. Bizim şehrin merkezine varmamız yaklaşık bir saat sürdü.

Baharın elleri doğaya öyle bir dokunmuş ki yol boyunca insanın içini açılıyor. Renk cümbüşü var adeta: Yeşil, kırmızı, mor… Kent ortamındaki gri rengin baskınlığından kurtulmak ferahlık duygusu veriyor. Nedense yol boyunca neredeyse dağların tepelerine süzülmüş bulutların alçaktan bizi selamladığı duygusuna kapılıyorum.

Baharın Eli…

Yunanistan’ın Ege Denizi kıyısındaki bu şehri de oldukça sakindi. Kentin en işlek caddesi olan Dimokratias’ta (Demokrasi) İstanbul’da alışkın olduğumuz gibi yoğun araç trafiği yoktu.

Dedeağaç Demokrai Caddesi

Yaya kaldırımda beklerken otomobiller sizin geçmenizi bekliyordu. Korna sesi duymak ne mümkündü. Büyük kentlerde neredeyse unuttuğumuz sakinliği yaşamak, başka bir dünyada olduğumuz hissini veriyor, insanın içini huzur kaplıyor. Epeydir uzağında olduğumuz hisler bunlar. Başka bir ortama gelmiştik adeta. Bunda Dedeağaç’ın nüfusunun 70 bin civarında olmasının da katkısı var. İstanbul tek başına Yunanistan kadar. Ama artık altyapı yetmiyor. Ulaşımda, konutta, sağlıkta, eğitimde sorunlar çözülemez hale geliyor. Sadece o mu? İnsan ilişkilerinde hızlı bozulma, kuralsızlık var. Nezaketten uzak bir yaşam norm haline geldi.

Bu sınırlı Yunanistan gezisinde Batı toplumlarında ahlakın korunduğunu ve yaşatıldığını bir kez daha gözlemledik. Konuşmalarda ahlak vurgusu öne çıktı. Bence Batı toplumlarında gündelik yaşamın sürdürülmesinde kurallara uyulmasının zorunlu olduğu bilinci yerleşmiş. Öteki türlü gündelik ilişkileri sürdürmek zorlaşır. Güç yerine toplumsal sözleşme ve hukuk kurallarına dayalı olarak ahlak temelinde gündelik yaşamı sürdürmenin, bugünü ve geleceği garanti altına almanın toplum olarak varlığını korumanın bir yolu olduğunun farkındalar. Toplumlar ortak değerler üzerinde varlıklarını sürdürebilir. Bu olmayınca çürüme, çöküş ve barbarlaşma başlar.   Bizde güçlü olanın kurallarını dayattığı uyguladığı bir yaşam söz konusu. Yani gündelik yaşamın sürdürülmesinde ahlak gerekli değil. En azından toplumun bir bölümü açısından bu böyle. Ne zaman gündelik yaşamı sürdürmenin yolunun ahlaktan, kurallara bağlı yaşamaktan geçtiğini anlarız? Bu zor bir soru. Çünkü herkes kendince rahatsız olsa da gündelik yaşamı sürdürebiliyor. O zaman ahlaka gerek kalmıyor.

Örneğin gezdiğimiz yerlerde hemen hemen fiyatlar belirli bir aralıkta. Kimse kimseyi “kazıklamak” peşinde değil. Zaten devlet, yerel yönetimler de kurallara uymayanlara kuralları “gözünün yaşına bakmadan” herkese eşit biçimde uyguluyor. “Kimse burası …. bir yolu vardır, adamı bul, halledersin” diye düşünmüyor. Kuralların herkese eşit biçimde uygulanacağının bilincinde.

2000’li yılların yaşamımızdaki etkisini görüyoruz. Artık tek seçenek otel değil kalmak için. Airbnb gibi güvenilirliğini kanıtlamış siteler aracılığıyla kiralık ev rezervasyonu yapmak mümkün. Bu tür yerlerde çifte rezervasyon gibi sorunlarla da karşılaşmıyorsunuz.

Dedeağaç Deniz Feneri

Kaldığımız yer şehrin simgesi olan Dedeağaç Deniz Feneri’ne yakındı. Deniz yerine cadde üzerinde olması da dikkati çekiyor. II. Abdülhamit tarafından 1880’de Fransız mimarlara yaptırılan 18 metre yüksekliğindeki fenerden şehrin her tarafını görmek mümkünmüş. Bizim gittiğimiz saatte ziyarete açık değildi. Oradan fotoğraf çekip paylaşmayı isterdim. Bu başka sefer mümkün olur belki.

Dedeağaç limanı da oldukça sakindi. Tekneler limanda sefere çıkacağı zamanı bekliyordu.

Dedeağaç’ta genelde binalar üç ya da beş katlıydı. Şehrin dokusunu korumaya özen göstermişlerdi. Sadece Limana yakın yerdeki bu bina bir zevksizlik örneğini oluşturuyordu. Binaların çoğu eski olmasına rağmen kentsel dönüşüm projesi buraya uğramamıştı. Demek ki buranın politikacıları, belediye başkanları bizimkiler kadar yetenekli değildi. Bir Meclis kararıyla imar planları değişebilirdi. Ne vardı ki bunda. Meclis’te de yeni yasalar çıkarılırdı. Herhalde Yunanlılar bizimkiler kadar becerikli değil, eski kafalılar belki de. Yeşili alabildiğine korumuşlar. Binalar bitişik nizamda olsa da soluk alacak mekânları var. Kıyılar halka açık. Öyle isteyen işgal etmemiş. Torpille yakın, eş dost ya da tanıdığa da verilmemiş. Bizimkiler buraya gelip “rant nasıl elde edilir” konusunda seminer falan vermeli. Hünerlerini göstermeli. Üç ya da beş katlı yerlere nasıl gökdelenler dikilir konusunda eğitimler vermeli. Gelecek kuşakları değil şimdiyi düşünmenin ne kadar önemli olduğu, tarihe karşı sorumluluk bilincine gerek olmadığı konusundaki “bilgi birikimlerini, deneyimlerini” paylaşmalı. Boşa gitmemeli burada öğrendikleri. Hem de yeni kâr alanı oluşturmalı. Harvey yazmıştı Yeni Emperyalizm döneminde kentlerin küresel sermayenin yapması haline getirildiğini. Az katlı binalar neler düşündürtüyor insana… Ayrıca “bizimkiler” tarihten gelen talancı zihniyetin kentleri nasıl dönüştürebileceği Yunanlılara da öğretilmeli bence. Onların bu konuda “kaç fırın ekmek yemesi gerekir” bilemedim. Ama bizim anlı şanlı müteahhitlerin buralarda yapacağı çok iş var.

Yol boyunca budanmış ağaçların güçlü biçimde filiz verdiğini gözlemliyoruz. Güçlenmek, güçlü olmak belki de doğadaki gibi budanmayı göze almaktan geçiyor. Budanmak sözcüğünün ürkütücü yanı olsa da. Küçük burjuva korkularımızdan sıyrılmak…

Yol boyunca tek tük de olsa İstanbul Boğazını hatırlatan Erguvan ağaçlarını görmek anılara götürüyor insanı…

Dedeağaç’a gidip de plajını görmemek olmazdı. Plaj sakin, kimse yok. Sessizlik ve durgunluk egemen. Gözlerimi kapatıp uzanıyorum kumların üstüne. Arada bir dalgaların hafifte olsa çıkardığı ses ve denizin kendine has kokusu deniz kenarında olduğumu hatırlatıyor. Sonra ayaklarımı deniz suyuna sokuyorum. Suyun sıcaklığı bana göre değil. Bu zamanda denize girmeyi göze alamayanlardanım.

Daha önce Yunanistan’a giden arkadaşlarımızın porsiyonların daha büyük olduğunu söylemelerine rağmen aç olmanın ruh haliyle akşam gittiğimiz restoranda söylediklerimiz meze, salata ve balıklar ile tıka basa doyduk.  Hangi konu olursa olsun insan kendi deneyimlemeden bir gerçeğin farkına varamıyor. Biz de bu deneyimi daha sonra bilinç haline getiriyoruz.

Dedeağaç’ta Pico adlı mekân gece yarısına kadar kaldığımız bir başka eğlence merkezi oluyor. Genelde aynı ritimde şarkılar çalıyor. 4-5 şarkıcı sahneye çıkıyor. Düet yapanlar da oluyor. Ama bizim gazino mantığı ile düzenlenmiş. İnsanlar yerlerinden şarkılara eşlik ediyor, az sayıda olsa da oturdukları masanın çevresinde dans edenler de vardı. Ama İstanbul’un gece hayatından oldukça uzak kaldıklarını söyleyebilirim. Bizim şarkılar içerik ve ritim olarak onlardan daha zengin. Ya da bizim dinlediğimiz mekân açısından bu geçerli. Pico’da çoğunluğun sigara içmesine rağmen bizdeki mekânlardaki gibi sigara dumanına boğulmadık. Havalandırma sistemleri iyi çalışıyordu. Kaldığımız binaya döndüğümüzde saat neredeyse dörde yaklaşıyordu. Hemen yattık.

Ertesi gün saat 10’a doğru Dedeağaç’tan ayrılmadan önce son durağımız Salgamış Bakery’e oldu. Burada Türkiye’den gelen iki aile ile tanıştık. Onların konuşmasında Kurtuluş geçince ben de “Tatavlalıyım” diyerek konuşmaya katıldım. Konu Kurtuluş olunca hemen devreye giriyorum. Gerçi şimdi dokusu epeyce bozulan Kurtuluş’tan onlar da benim gibi ayrılmışlar Yeşilköy’e yerleşmişler. Gurbet elde karşılaşmak, sohbet etmek birbirimize iyi geldi. Onlar ayrıldı. Sanırım Ermeni kökenliydiler. Kurdukları cümlelerdeki vurgudan bunu çıkardım. Biz bir süre daha oturduk. Zaten kuyruk vardı. Hemen öyle istediğini almak mümkün değil. Dört-beş masası var. Kremalı böreği ünlüymüş. Bana Hülya (Engin’in eşi) bir parça verdi, öyle tattım. Ben böreğin daha çok tuzlu olanını tercih ederim. Gerçi annem içinde kuru üzüm ve ceviz bulunan nohul yapardı, onu da severdim. Ama onu tatlı olarak düşünür ve yerdim. Ki öyleydi zaten. Nohul benim için çocukluğum, annem demek. Birkaç tepsi birden yapardı, üşenmezdi. Kimi zaman bir hafta yediğimiz olurdu.

Ben peynirli ve ıspanaklı böreklerini beğendim. Bizdeki gibi börekte kullanılan yağ midemde yanma da yapmadı. İster istemez kalitesiz bir yaşamı oldukça pahalı yaşadığımızı düşündüm yeniden. Öyle büyük sorunların olduğu ülkemde böyle gündelik yaşama ilişkin mikro sorunlar “önemli” değildi. Ama gündelik yaşamın sorunları çözülmeden de bu ülkeye demokrasinin uğramayacağı üzerine düşünemiyoruz bile. Hayat bizi “incelikleri korumak, yaşamak isterken” giderek ötekileştiriyor bu ülkede.

(Devam edecek)

Kemal ASLAN/Gazeteci-Yazar

Kemal ASLAN/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 17 Nisan 2024

Yazarın Tüm Yazıları