KAYGAN ZEMİNLİ EĞİK DÜZLEMLER (1)

0

KAYGAN ZEMİNLİ EĞİK DÜZLEMLER (1)


.
Sözü elli yıl kadar önce Süleyman Demirel’den duymuştum.

Soğuk savaşın, deyim yerindeyse “en azgın” dönemiydi.

Süleyman bey, o zamanlar, her türlü sol düşünceye karşı bir politikacıydı.

NATO’dan yana bir antikomünist olduğunu her fırsatta dile getirir,  bu söylemlerini, ortanın solunda olduğunu daha birkaç yıl önce neredeyse korka korka açıklamış , NATO’ya karşı olmayan CHP’ne karşı  sıkça kullanırdı.

Demirel, işte o günlerde,  gerdan kırarak ve de sesine her şeyden haberdar “bir bilen” olduğunu duyumsatan ak saçlı bir köy bilgesinin rengini vererek etrafını saran gazetecilere –mealen- şöyle demişti:

“Bakın çocuklar! Sol, dibinde bataklık bulunan bir sath-ı maildir (eğik düzlemdir). Ortanın solu diye başlarsınız, sonra yuvarlana yuvarlana komünizm çukurunun dibine kadar gidersiniz!”

Dediğim gibi, dünyada soğuk savaşın yoğun yaşandığı yıllardaydık.

Günler geçiyor, Demirel’in tek başına kurduğu hükümetlere rağmen tam iktidar olamaması yüzünden bir türlü istikrara kavuşamayan ülkemizde “bir şeyler” oluyordu.

Sonradan anlaşıldı ki, kaygan zeminli bir eğik düzlemin tepesinden kaymakta olanlar arasında  bizatihi Süleyman bey de vardı.

Yuvarlanılan “bataklık” ise komünizm “çukuru” dedikleri yer değildi.

Seçilmiş hükümetleri deviren, parlamentoları önce etkisizleştiren, sonra tamamen lağveden, insanları hapishanelere dolduran, işkenceler yapan, gazeteleri kapatan, işçi sendikalarını, meslek örgütlerini yasaklayan, darağaçları kurup gençleri asan faşizmin kucağına yuvarlanmıştık.

Süleyman bey, geçmişteki tanımlamalarının yanlışlığının sonradan farkına varmış mıdır,  bilmiyorum .

Doksanlardaki üçüncü kez  ayağa kalkma döneminde kendisini yakından izlediğim için “daha demokrat” bir görüntü vermeye çalıştığını biliyorum.

Yalnız, 60’larda 70’lerdeki antidemokratik olarak nitelenen davranışları için ünlü “kıvraklığıyla” geliştirdiği bir savunması vardı:

“O günün şartlarında öyle olması gerekiyordu!” der, çıkardı işin içinden. Kimse de “niçin öyle olması gerekiyordu?” diye sormazdı. Zaten soran olsa bile yanıt hazırdı!

“O zamanki şartlar!”

Göstere göstere gelen askeri darbelerin bataklığına doğru yuvarlanırken,  hiç olmazsa birlikte yuvarlandıklarından birine sarılarak neden “tutunacak bir dal” aramaya çalışmadığı sorulsa da yanıtı aynı olurdu:

“O zamanki şartlar…”

Ne de olsa, dün dündü, bugün ise bugündü ona göre!

Şimdi ülkece pek çok şey yaşayıp dünya kadar badire atlattıktan sonra geldiğimiz noktadan bakınca her şey değişik görünüyor.

Öncelikle ülkenin sağ kesiminin  “dost” olarak gördüğü Amerika, artık o kadar “dostumuz” sayılmıyor.

Sovyetler yıkılmış, Rusya’nın başına batının “demokratik” normlarına pek uymayan, bazı kesimlerce “diktatör” olarak da  nitelenen bir “tek adam” geçmiş.

Türkiye’nin Putin ile ilişkileri zaman zaman ABD’ne göre daha bir “dostane” olabiliyor.

Oysa ki, eskiden “dehşet dengesi” denen iki büyük gücün nükleer füzelerine dayalı güç tartısı, varlığını bir şekilde sürdürüyor.

Üstelik nükleer silah bulundurma meselesi iki ya da birkaç merkezli olmaktan çıkmış, daha yaygın hale gelmiş.

Malum, soğuk savaşın, sol ve sağ olmak üzere el altında nükleer silahlar ve güçlü ordular bulunduran  iki cephesi vardı.

Ve ülkemizde “cihatçılar” diye adlandırılan fanatik dincilerin de içinde bulunduğu  sağ kesim, insanlığın geleceğini tehdit eden bu meselenin Amerikan tarafındaydı.

Komünizmle mücadele dernekleri çevresinde yuvalanmış bir kesimin, 60’ların sonlarında gerçek toplumsal sol muhalefeti temsil eden anti-emperyalist Türkiye İşçi Partisine karşı kullandıkları bir slogan vardı:

“TİP TİP tipsizler, bir avuç ipsizler, Amerika gitsin Rusya mı gelsin, Allahsız koministler!”

Her şeyin anahtarı bu sözcüktü sanki.

Amerika gitsin, Rusya mı gelsin?

Bu sloganı atanların aklına, 40 yıl önce destansı bir bağımsızlık savaşı vermiş bu ülkenin tam bağımsız olabileceği gelmiyordu anlaşılan!

Doğal olarak, bu denli bağımlı olunan Amerika’nın ülkeyi dibi bataklık olan nasıl bir eğik düzlemin üzerine yerleştirip, kaygan zeminden aşağı ittiğini de o destekçi kesim göremiyordu.

Belki de o bataklığın içindeki bir ülke “işlerine geldiği için” olanları görmek istemiyorlar, görüp itiraz edenlere de acımasızca saldırmaktan çekinmiyorlardı.

1967 ve 1973’de Ortadoğu’da iki kez çıkan Arap-İsrail savaşında Filistin halkının Türkiye’deki gerçek destekçileri, Türkiye’nin bağımsızlığı için mücadele verip bedel ödeyen sol kesim olmuştu.

ABD başkanı Carter’a “bizim çocuklar yaptı!” diye haber verilen 12 Eylül darbesi de doğası itibarıyla öncelikle  bağımsızlık isteyenlere saldırmıştı.

Köprülerin altından epeyce sular aktıktan sonra, bir zamanlar çok güvenilen Amerika’nın gerçek yüzü ortaya çıkmıştı.

Lakin işler öyle karışıktı ki, siyasi ya da ekonomik olarak adeta bir eğik düzlem bitiyor, hemen ardından bir başkası çıkıyordu önümüze.

Tutunacak dal bulunamıyor, bilinmezliğe doğru yuvarlanıp gidiyorduk.

(Devam Edecek)

Coşkun KARTAL/Gazeteci

Coşkun KARTAL/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 6 Mart 2024

Yazarın Tüm Yazıları