Kalp Kırıklığının Felsefesi: “Sevgilim Ol, Charlie Brown”
Sevgililer Günü yaklaştıkça, hava güllerin kırmızısı, pırlantaların ışıltısı ve sayısız romantik jestin sıcaklığıyla doluyor. Vitrinler aşkın sembolleriyle süslenirken sosyal medya, mutlu çiftlerin görüntüleriyle dolup taşarak her şeyi saran bir sevgi ve beraberlik atmosferi yaratıyor. Aşkı kutlamaya adanan bu gün, içten mektuplardan sürpriz kaçamaklara kadar her jestin aşkın güzelliğinin ve yoğunluğunun bir kanıtı olduğu büyük sevgi ifadeleriyle kutlanıyor.
Yine de, bu kırmızı ve pembe aşk denizindeki kalpli çikolataların ve aşk notlarının arasında derin bir yalnızlık da var. Herkes kendini 14 Şubat’ın vaat ettiği romantizm kasırgasına kapılmış bulmuyor. Birçokları için Sevgililer Günü, tatmin edilmemiş bir bağ kurma özlemini anımsatıyor.
Bazıları sonsuz aşk yeminleri ederken, diğerleri bitmiş ilişkilerin, karşılıksız aşkın ya da her şeyden önce birlikteliği kutluyor gibi görünen bir dünyada, bekar olmanın sessiz yalnızlığını gözden geçiriyor.
Romantik aşkın toplumsal kutlaması ile kalp acısı ve yalnızlığın özel deneyimleri arasındaki bu ikilem, bizi aşkın doğası üzerine daha derin düşünmeye davet ediyor. Aşkın, sadece bağlanmanın neşesini ve coşkusunu değil, aynı zamanda kalp kırıklığının acısını ve kırılganlığını da kapsadığını hatırlatıyor bize. Kırmızı balonlar ve buketler arasında gezinirken, Sevgililer Günü tüm şenliğine rağmen aşkın ışığının geride bıraktığı gölgelere de yer açıyor.
Karşılıksız Aşk ve Sevgililer Günü’nün Acı Tatlı Dersleri
Kalp kırıklığını gerçekçi bir şekilde ele alan tasvirlerden biri, “Peanuts” çizgi dizisinin “Sevgilim Ol, Charlie Brown” (*Be My Valentine, Charlie Brown) isimli Sevgililer Günü özel bölümünde görülebilir. Bilmeyenler için, Charles M. Schulz tarafından yaratılan “Peanuts”, her biri insan doğasının farklı yönlerini temsil eden bir grup çocuk ve Snoopy isimli bir köpeğin yer aldığı, daha sonra çizgi diziye dönüştürülen popüler bir çizgi roman. Bu hikayenin odak noktasında, başarısızlıkları ve yaşadığı talihsizliklerle insan olmanın zorluklarını yansıtan iyimser “kaybeden” Charlie Brown bulunur.
Bölüm, Sevgililer Günü’nün geleneksel coşkusundan saparak, sevgi ve özlemle ilişkili daha karanlık duygulara odaklanan bir dizi hikaye sunar. Ebedi iyimser ve talihsiz ana karakterimiz Charlie Brown, büyük umutlarının aksine, ne beğendiği kızıl saçlı kızdan ne de bir başkasından Sevgililer Günü kartı alamamanın kalp kırıklığını yaşar. Linus, öğretmenine duyduğu sevgiyi dile getirmek umuduyla tüm parasını harcayıp kalp şeklinde bir şeker kutusu satın alır. Ancak, öğretmeni erkek arkadaşıyla birlikte okuldan ayrılırken ona hediyesini takdim etme fırsatını bulamaz ve öfkeyle şekerleri bir köprüden aşağı fırlatır. Kalpli şekerin kendisi için alındığını zanneden Sally, gerçeği öğrendiğinde derin bir hayal kırıklığı yaşar. Diğer yandan, Lucy’nin Schröder’e olan hisleri, karşılığını bulamayan duyguların sıkça eşlik ettiği öfke ve inkar hislerini ortaya çıkarır.
Bu hikayeler, geleneksel Sevgililer Günü hikayelerinden ve romantik komedilerinden net bir şekilde ayrılarak, çocuksu bir bakış açısıyla yumuşatsa da, aşkın daha karanlık yönlerine odaklanıyor: karşılıksız duygular, yanlış anlamalar ve reddedilmenin getirdiği acı. Sevgi arayışımız sırasında yaşayabileceğimiz duygusal dalgalanmalara gerçekçi bir perspektif sunarak, Sevgililer Günü’nün ticari amaçlarla romantize edilmiş algısına karşı çıkıyor.
Kırık Kalplerden Umut Işıklarına
Yaşanan kalp kırıklıklarına rağmen, bölüm bir umut ışığıyla sona erer: Charlie Brown, direkt kendisine yazılmış olmasa da, başkasına gelen bir Sevgililer Günü kartını kabul eder. Daha önce reddedilmiş ve dışlanmış hissetmesine rağmen, gelecek sevgililer gününde bu yıl beklediğinden bile daha fazla kart almayı umması, karakterine içkin naif iyimserliğin özünü yakalar.
Bu arada bölümün yayınlanmasının ardından gelen tepkiler de, en az hikayenin kendisi kadar anılmaya değer. Kimsenin kart göndermediği Charlie Brown’ın kalp kırıklığından etkilenen izleyici çocuklar, Amerika’nın dört bir yanından ona Sevgililer Günü kartları göndermiş. Bu fenomen, asırlık bir tartışmayı da akla getiriyor: Sanat mı hayatı taklit eder, yoksa hayat mı
sanatı? Bu durumda, kurgusal bir karaktere duyulan sempati; üzülenleri, teselli etme yönündeki arzumuzu yansıtarak, sanat ile yaşam arasında birinin diğerini şekillendirdiği döngüsel bir ilişkiye işaret ediyor.
“Seni nasıl seviyorum? İzin ver, yollarını sayayım.”
Sevgililer Günü, yalnızca romantik aşkı değil, karşılıksız hislerimizin yaşattığı kalp kırıklıklarından, hayvanlara, doğaya ve ailemize duyduğumuz sevgiye kadar, sevginin tüm yönlerini düşünmek ve sevgiyi tüm çeşitliliğiyle kucaklamak için bir fırsat olsun. Ve son sözleri
“Sevgilim Ol, Charlie Brown”da bir karta iliştirilerek yer verilen, Elizabeth Barrett Browning’in 43. Sone’sine bırakalım. İngiliz edebiyatının en meşhur repliklerinden biri olmuş “How do I love thee? Let me count the ways” sözleriyle şiirine başlayan, 19. yy. Viktoryen dönemin önemli şairlerinden Browning, koşullarla ya da biçimle sınırlı olmayan, her şeyi kapsayan bir aşkı dile getirir dizelerinde:
“Seni nasıl seviyorum? İzin ver, yollarını sayayım.
En derin, en geniş ve en yüksek noktalarda seviyorum seni,
Ruhumun erişebildiği
Varlığın ve İlahi Lütfun sonlarını hissedene kadar.
Güneş ve mum ışığında seviyorum seni
Her günün en sessiz ihtiyacı kadar.
Özgürce seviyorum seni, hak için çabalayanlar gibi.
Safça seviyorum seni, övgü beklemeyenler gibi.
Geçmiş kederlerime yerleştirdiğim tutku ve çocukluğumun inancıyla seviyorum seni.
Azizlerimi kaybettiğimde yitirdiğimi sandığım bir aşkla seviyorum.
Tüm hayatımın nefesiyle, gülüşleriyle, gözyaşlarıyla seviyorum seni.
Ve eğer Tanrı isterse, öldükten sonra seni daha çok seveceğim.”
(*Elizabeth Barrett Browning – Portekiz’den Soneler, Sone 43, Çeviren: Derya Ulusoy)
Derya ULUSOY/Felsefeci