Yaprak dökümü devam ediyor: Cemil Üzal abimizi kaybettik: “Sözünün eriydi. Bir gün öyle, bir gün böyle demezdi. Hayatın içinde kazanmıştı bilgeliğini”
Eylül ayından bu yana peş peşe ölümler oluyor. Önce babamın kuzeni öldü: Zahide abla. Sonra Eylül’ün son haftasında Hıfzı Topuz Hoca. Ekim ayının ikinci haftasında Arif Esen, Aralık’ın ilk haftasında 50 yıllık dostum Orhan. Şimdi de Diyarbakır’da birlikte çalıştığım Cemil Üzal. Soyadı hep karıştırılırdı. Özallı yıllar yeni başlamıştı. Kulak alışkanlığı olacak herkes Özal derdi soyadı olarak ona O ise ısrarla Üzal, üzümün ü’sü derdi, vurgulayarak. Daha çok Demirel’e yakındı belki biraz da ondan. Üstelik yasaklı yıllardı. Ben, onu Van haber şefliğinden tanıyordum. 1981 yılında bir kere nöbette konuşmuştuk telefonla. Sonra Diyarbakır’a gelinceye kadar on kere bile görüşmemiştik. 1985 yılının yaz ayında okulların tatil olmasından sonra tayin olmuştu. O zaman yakından tanımıştım. Hayat bizi daha da yakınlaştırdı.
1986 yılında TRT lojmanında aynı katta birbirine yakın dairelerde oturduk. Ben birkaç yıllık evliydim. Çocuğumuz yoktu. Aynı işyerinde çalışınca birlikte ev ziyaretleri de oluyordu. Eşi benden bir yaş büyük olsa da ben hep Songül abla dedim. Bazı sıfatlar kazanılır. Songül abla da bu sıfatı kazananlardan. 1986 yılının Nisan ayında oğlum Deniz dünyaya geldiği sırada ben TRT’de nöbetteydim. Eşim dayanılmaz sancılar içinde Cemil abiler gitmiş. O da hemen eşimi Dicle Üniversitesi hastanesine götürmüş Songül abla ile. Beni aradıklarında ben Köye Haberler Bülteni ile 01.00’de radyonun son haber bülteninin gelmesini bekliyordum teleks başında. “Hastaneye çabuk gel dediğinde” işkolik tarafım yine baskı çıkmıştı “haberleri vereyim de öyle” demiştim. O ise “spiker kim ona söyle, alsın” demişti. Çocukluğumdan beri kendi işimle ilgili pek talepte bulunmadım. O bu huyumu bildiğinden kendisi görüştü. “Tamam, gel, halledecekler” dedi. Biz haberciler arasında o zaman “aile” bilinci vardı. Birbirimize nerede olsak sahip çıkardık. Kurum kültürümüz şimdiki gibi değildi. Şimdi kimse kimseyi tanımak bile istemiyor. Bu kabul etmek gerekir ki “Doğan Kasaroğlu ekibi”nin 1960’lardan sonra TRT Haber Merkezi’nin kurulmasından sonra uyguladıkları bir tutumdu. Her şeyin buharlaştığı gibi 1990’lardan sonra bu konuda unutturuldu. Değerler farklılaştı, biz yerine “benciler” kurumda ağırlık kazandı. Dönemin ruhu TRT’ye de sindi.
O merhametli, vicdanlı biriydi. Bir acınız olsa çocuk gibi ağlardı. Benim gibi o da gözyaşlarını saklamazdı. Bilirdi ki “erkekler de ağlardı.” Ağladığımız, güldüğümüz zamanlar oldu. O zamanlar oğulları Barış ve Cenk küçüktü. Biz haberciler işin yoğunluğundan bazı akşamlar iki tek atmayı severdik. O dönemde TRT lokalinde de iki tek atmak mümkündü. Bazı günler Gazeteciler Cemiyeti lokaline takılırdık. Hayata dair konuşmalarımız olurdu. Hacı olduktan sonra içmedi. Bana da hacca gitme tavsiyesinde bulundu. “İçmesen daha iyi olur” derdi. Yaşam tarzına müdahale etmeyi sevmezdi. Ben zaten o tür müdahalelere çocukluğumdan beri karşı gelmemiştim. Bunu da bilirdi. Zaten eşi Songül ablanın da başı açıktı. İnancı başkasına dayatmayanlardandı. Tıpkı o dönemde çalıştığımız Fikret Karapınar gibi. Ben iyi Müslümanları o ve eşimin anneannesi sayesinde tanıdım. Beni etkilemediler diyemem.
Eşimin Diyarbakırlı olması nedeniyle bir ayağım o şehirde. En son bu yıl Eylül ayında gitmiştim Diyarbakır’a. O şehre gittiğimde mutlaka yanına uğrardım. 2010’larda Orhan’la da Diyarbakır’a gittiğimizde de uğramıştık. Güler yüzüyle karşılamıştı bizi. Aramızda iş arkadaşlığını aşan abi-kardeş ilişkisi olmuştu. Beni bilirdi, neye tavır koyabileceğimi öngörürdü, Dünya görüşümü de az buçuk tahmin ederdi. İlişkimizin temelini de bu bilmeler ve ötekilerin acılarına duyarlılık oluşturuyordu.
Yardımseverdi Cemil abi. Çözülmesi gereken bir sorunu olanın sorununu çözmek için çaba harcardı. İşin öyle ucundan tutmazdı. Şimdilerde böylesi kaldı mı? Bilmiyorum. Daha izole bir hayat içindeyiz. Herkes biraz daha içine kapanır oldu.
1991 yılında Körfez Savaşı çıkmadan hemen önce Diyarbakır’a geçici görevle İstanbul’dan gönderilmiştim Haber Dairesi Başkanlığı’nın emriyle. Bölgeyi bildiğimden Cemil abi, tüm yetkiyi bana vermişti. Benim işkolik olduğumu bildiğinden “bu iş senin üstünde, muhabir, kameraman arkadaşlarla sen hallet” demişti. Bir anlamda beni onurlandırmıştı. O zamanlar, Hüseyin, Cahit, Kudret ve Remzi vardı muhabir olarak. İlk kriz yönetimini orada uygulamıştım, planlamıştım. 16 Ocak’ı 17 Ocak’a bağlayan gece ilk açıklamayı biz Genelkurmay Halkla İlişkiler Başkanı’ndan almamıza rağmen Ankara’da dönemin başbakanı Yıldırım Akbulut’tan demeç alınmadığından haber hemen girmemişti yayına. Sonra dönemin Olağanüstü Hal Valisi Hayri Kozakçıoğlu’ndan demeç almıştık. 15 gün kadar orada kalmıştım. O dönemde orada muhabir olanlar daha sonra Ankara’ya tayin oldu. Remzi dışındakiler daha üst yönetici olarak görev yaptılar. Taşranın kaderi aynı kalmak. Ne olursa olsun o bizim Cemil abimizdi.
Benim İstanbul’a tayinimi beklediğim 1998 yılının mart ayından itibaren buluşur Orhan ben o sabaha kadar içerdik. Sonra yeniden işbaşı. Aksatmadan işimizi yapardık. Sonra Nisan ayında tayinim çıktı. Taşra kuralıdır ya da ben ilk orada gördüm tayini çıkanı, arkadaşları uğurlar. Benim tayinim nedeniyle de Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde içkili yemek verildi. Katılanlar benimle ilgili görüş ve dileklerini dile getiriyorlardı. Cemil abi hassas, duyarlı çocuk gibiydi kalbi. Gözleri dolmuştu. Birden dalgınlıkla meze diye masadaki çiçekten bir kısmını aldı, ağzına attı ve yedi. Ona her zaman sayı gösteren, “Cemil abi” diyenlerin yüzünde müstehzi bir gülüş belirdi. Ben de elimi çiçeklerin bulunduğu vazoya attım, sonra çiçekleri ağzıma atarken de “tadı gerçekten güzelmiş” deyip yedim. O, birilerinin ağzında meze olacak adam değildi, olmadı da. Çalışkandı. Belinin ağrımasına rağmen işe gelirdi. Nöbetlerden arkadaşlar etkilenmesin diye. Taşrada nöbetler önemlidir. Çünkü az sayıda çalışan vardır. Herkes belirli günlerde nöbet tutardı. O arkadaşlarının iş yükü artsın istemezdi. İnsanların özel bir günü -doğum günü, evlilik yıldönümü, vb.- “hadi sen git ben tutarım nöbeti” derdi. Dayanışmanın ne olduğunu kitaplardan değil; yaşımın içinden süzerek getirdiği bilinciyle bilirdi.
Taşranın soğukluğunu sıcaklığa çeviren az sayıda insandan biriydi o. Öyle insanlar oldu hayatımda. Bir kısmı artık yok. Anılarımda yaşıyor. Bir kısmı ise hala hayatta. Ömürleri uzun olsun.
Cemil abi ekrana çıkmadığından kamuoyu tarafından pek bilinmezdi. Televizyon haberciliği suya yazılan yazı gibidir. İzleri çabuk kaybolur. Daha çok tanınan, bilinenler önce spikerler; sonra muhabirlerdir. Oysa geride bu işin kotarılmasını sağlayan kameramanlar, montajcılar, yöneticiler ve sürücüler vardır. Televizyon haberciliği bir ekip işidir. O geri arka planda kalan, ama işlerin sürekliliğini sağlayanlardan biriydi. 1980’lerin ortalarından 2008’lere kadar neredeyse 30 yıldan fazla Güneydoğu’da TRT’den yapılan haberlerde onun görünmeyen imzası ve rolü vardı. Haberciliğin kaderidir. Ekran önündekiler daha fazla bilinir. Ama arka plandakiler?
Cemil abi, işi yürüten, sürdürenlerden biriydi. Çalışanlarına sahip çıkardı, onları teşvik ederdi, haklarını almaları konusunda yardımcı olurdu. Bugün, cenazesi kalktığında “nasıl bilirdiniz” sorusuna ben İstanbul’dan tek kelimeyle cevap vereyim: insandı. Şimdilerde herkese denemeyecek bir sözcük. İnsan olmak ve insan kalmak günümüzün en zor işi. İyi ki seni tanımışım, birlikte iş yapmışız, arkadaş olmuşuz. Şimdi aklımda bana o farklı seslenişin var “Kemalll” Hoşça kal Cemil abi…
Kemal ASLAN/Gazeteci-Yazar