Kent Ekranı

BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ {2} (Paşabahçeli Camcı Levent ile Yeniköylü Yazmacı Niki’nin Aşkı) {2}

ÖNDE BİR ÖYKÜ, BİR AŞK; FONDA BOĞAZİÇİ

#MehmetCemalBEŞKARDEŞ;
BİR BAŞKA ÂLEMDİ BOĞAZİÇİ {2}

(Paşabahçeli Camcı Levent ile Yeniköylü Yazmacı Niki’nin Aşkı) {2}

Desen ve tasarım yönünden Yeniköy yazmalarına doğal bir görünüş hakimdi. Tabiattaki motifler özelliklerinden hiçbir şey kaybetmeden stilize edilerek kalıp üzerine aktarılmıştı. Bölgenin karakteristik motifleri, tüm özellikleriyle birlikte yazmalara yansımıştı. Yeniköy yazmalarındaki renk uyumu da insanı şaşırtacak mükemmellikte idi. Yazmalarda çoğunlukla kırmızının koyu tonları, bordo, patlıcan moru, koyu kahve gibi koyu renkler egemendi. Renk uyumları eşsiz bir güzellikteydi.

İnce yazmanın nârin dokulu olması nedeniyle dayanıklılığı azdı, saklanılması zordu.Gene de o günlerden bu günlere dek annelerin, ninelerin çeyiz sandıklarında saklanıp muhafaza edilmiştir. Üzerlerinde sandık lekeleri oluşsa da, yemenilerini bir nadide eser değerinde görür, onlara gözü gibi bakıp, saklar genç kızlarımız, annelerimiz, ninelerimiz… Yazma denince, kelimenin tam anlamıyla akan sular dururdu…

Niki ve arkadaşları bohça, seccade, yorgan yüzü, dolama, çevre ve örtü gibi ürünler çalışırlardı. Gün boyu pamuklu dokumalarını hazırladıktan sonra geceleri sabaha kadar çalışırlardı. Tahta tezgâhlarda işlem sırasına göre önce tahta desen kalıplarını boya kabına değdirirler, ardından kalıpları masaların üzerinde yaydıkları dokumaların yüzeyine mahir elleriyle bastırırlardı. O dokumaların üzerindeki bezemeler (desenler) göz alıcı güzelliklerde olurdu. Gül, karanfil, zambak, mine, yıldız çiçeği, çeşitli yapraklar, servi, hurma ağacı gibi bitkisel bezemeler, geometrik bezemeler, bazen tuğra biçiminde tasarlanmış yazılı bezemeler ve kuş figürleri en yaygın bezeme konuları idi. Yazmalarda genellikle doğal şekilleri değiştiren bir üslubun ağır bastığı, nesnelerin daha gerçekçi bir anlayışla ele alındığı izlenirdi.

O bahar gününde başladıkları çalışmalarını gece boyunca da sürdürdü Niki ve arkadaşları Despina, Eleni, Angelika ve Rodi. Artık sabah oluyordu. Sabah oluncaya değin baskılarını yaptıkları yazmaları atölyenin avlusunda kurutmak üzere ayırdılar. Yapılan baskılar üç gün avluda bekletilip renkleri koyulaştıktan sonra sahilde deniz suyuyla yıkanacaklardı. Yazmalar o üç gün boyunca ‘tağ’ ya da ‘cerek’ denilen ağaç çubuklarda asılı kalırdı.

Daha sonra askılarda kurumuş olan yazmaları renklerine göre ayırarak iki büyük sepete koydular. Sıra artık sahile gidip yemenileri Boğaz’ın serin sularında yıkamaya gelmişti. Baskıları kuruyan yazmalar denizde yıkandıktan ve kurutulduktan sonra üzerindeki boyalar sabitleniyordu. İşçi kızların gözünde deniz suyuyla yıkama faslı çalışmalarının en keyifli zamanlarıydı.

Kızlar doldurdukları sepetlerin kulplarını birlikte tuttular. İki koca sepeti ikişer kız paylaştılar. Niki gece boyunca diğer kızlardan daha fazla yorulduğu için o gün sepet taşımıyordu. O Beykoz tepelerinden doğmakta olan güneşe karşı sahile doğru yürüyordu sepet taşıyan arkadaşlarının önünde.

Niki sahile yaklaşırken havadaki çiçek kokularını duyumsadı. Taze sabah havasını derin soluklarla içine çekti. Parkın orta yerindeki dev gövdeli ulu ağaca baktı. Dişli kenarlı, kalp biçimli yapraklar. Ve ince uzun yapraksı bürgülerden sarkan sarımsı, lâtif kokulu sarı çiçekler. Hoş kokusu insanı sarıp sarmalayan, içini bayıltan, başını döndüren bu ‘rayiha’ya doyamazdı. Bu çevrede bulunan ıhlamur ağaçlarından biriydi. Soğuk kış günlerinde göğsümüzü ferahlatmak için çayını içtiğimiz ıhlamuru veren ağaç. O ıhlamur ağaçlarının sarı çiçekleri Niki’ye annesinin ve anneannesinin kokularını anımsatırdı.

Kızlar ellerindeki sepetleri önce kumsala bıraktılar. Sonra başörtülerini çıkarıp kıyıya yakın bir yerde öbek halinde bıraktılar. Mintanlarının kollarını sıvadılar, eteklerini çabucak dizlerinden yukarıda topladılar. Çevrede onları çapkın bakışlarla gözetleyen az sayıda balıkçıya aldırmadılar. Terliklerini kumlara fırlatıp koşarcasına sulara girdiler. Neşeyle şakalaşmaya, oynaşmaya başladılar. Güneşin ilk ışıklarında ayak çarpan kızların gülüşleri martı seslerine karışıyordu. Açıktan geçen ilk vapurun dalgası eteklerini ıslatırken dalgalara tekmeler savurdular. Gece boyunca süren yorgunluğun ardından gelen eğlenceleri çok uzun sürmedi. Güneş yükselmeden yazma yemenileri deniz suyuyla yıkayıp iplere asmaları gerekiyordu.

Niki arkadaşlarına seslendi, “Hayde, şimdi yıkamaya başlıyoruz”. Yemenileri üçer beşer sepetlerden alıp denizin üstünde evire çevire, sulara çarparak yıkadılar. Birkaç kez tekrarladıkları bu daldırma çıkarma işleminden sonra becerikli elleriyle yemenileri teker teker burarak sıktılar, iyice sularını akıttılar. Deniz suyunda yıkanan yemenilerin boyaları dokumalara tutunuyor, renkleri sabitleniyordu.

Sahildeki açık alanda belli aralıklarla toprağa sokulmuş sopalara gerili iplere astılar denizde yıkadıkları ıslak yemenileri. Öğlene varmadan kuruyacaklarını bilirlerdi. Niki görevini bitirmenin keyfine varıyordu. En sevdiği bir rembetikoyu Türkçe sözlerle söylemeye başladı:

Entarisi ala benziyor

Şeftalisi bala benziyor

Benim yarim bana benziyor

Olamaz ne çare o nişanlıdır

Kaytan bıyıklı delikanlıdır

Şekerli misin vay vay

Kaymaklı mısın vay vay…

Niki’nin kendine özgü hafif boğuk fakat çok melodik bir sesi vardı. Kızlar ona eşlik ettiler seslerini yükseltmeden. Güneşin ilk ışıklarında harika bir koro oluşturdular. O sabah Niki o parçayı çok içten söylüyordu. Şarkıyı sahilde arkası denize dönük olarak okurken bir sandalın usulca kıyıya doğru yaklaştığını fark edemedi.

Fabrikasından izinli olan İncirköylü Levent Usta kanalda çapariyle uskumru avlamaya çıkmış, fakat ters akıntıyla Yeniköy sahiline doğru sürüklenmişti. Kürek çeken delikanlı Niki’nin sesinin büyüsüne kapılmış, sahile doğru yaklaşarak o güzel sesin sahibi kızı daha yakından görmek istiyordu…

Kızlar deniz kıyısında işlerini tamamlayıp sularla oynaşmaya son vereceklerdi ki ansızın bir sabah yeli esiverdi. Kumsalda bırakılan başörtüsü yemenileri denizin açıklarına doğru savurdu.

O sırada Levent deniz kıyısında çıplak ayaklarıyla oynaşan kızlara bakıyordu. O anda şarkısını bitiren Niki ile göz göze geldi. Kısa bir süre bakıştılar. Kız ilk kez karşılaştığı bu güleryüzlü, boylu poslu gence sanki anlamlı siyah gözleriyle bir şeyler söylüyordu.

Despina bağırdı: “A kuzum, o yemenilerimizi denizden çıkarır mısın allasen?”.

Levent tek bir söz etmeden küreklere asıldı. Kayığını yemenilerin uçtuğu yere doğru hızla yaklaştırdı. Sahilden rüzgârın etkilisiyle uzaklaşan yemenilere ulaştı. Hepsini dibe batmadan denizden topladı, getirip Niki’nin ellerine doğru bir öbek şeklinde uzattı. Bu sefer Niki ile Levent yüz yüze, göz göze geldiler. Öteki kızlar o anda bu bakışlarında kıvılcımlar çaktığını anladılar. Bazen insanların gözleri öyle sözlerle konuşurdu ki dil onları telaffuz edemezdi. İşte öyle bir an geliverdi…

Sonrasında iki gencin arasında kısa bir muhabbet geçti:

-Çok nâziksin, hem kendim hem de arkadaşlarım için sana teşekkür ederim…

-Bi şey değil; bu güzel yazmalarınızın sularda kaybolmasına göz yumamazdım.

-Sağolasın. Ama sen bayağı ıslandın, üşüyeceksin şimdi…Gel sana havlumu vereyim de kurulanasın…

-Ben sıcakta çalışmaya alışığım, o nedenle ıslanmayı, üşümeyi hep özlerim.

-Olmaz, razı gelemem.Yoksam sen fırıncısın?

-Onun gibi bir şey, ekmek fırını değil bizimki ama cam fırını. Yani cehennem sıcağına yakın…

-Gel sana bizim atelyede sabah çayı ikram edelim, diyerek elini uzattı Niki Levent’e yüzündeki o sıcacık gülüşüyle…

Levent kızların çapkın bakışları önünde Niki’nin elini sıktı, tokalaştılar. Her ikisi de adeta elektrik akımına tutulmuş gibi ürperdiler. Onların gönüllerinde taze bir aşkın ilk ateşi tutuşuyordu…

Levent kayığını kumların üzerinde kıyıya çekti, yana yatırdı. Bir basamak tahtasını payanda yaparak sağlama aldıktan sonra öylece bıraktı.

Islanan gömleğinden sular damlayarak Niki ile birlikte yazma atölyesine doğru yürümeleri hoş bir manzara oluşturuyordu. Kızlar geriden gelirken durmadan kıkır kıkır gülerek birbirlerini dürtüyorlardı. Yol boyunca yürüyerek geldikleri atölyenin kapısından içeriye girerlerken Levent’e hem adlarını hem de hangi işlerde çalıştıklarını söylemişlerdi onunla tanışmak için…

Atölyeye girdiklerinde Niki Levent’in eline kendi iş elbiselerinden birini verdi. Kızlardan biri Levent’e  takım odasına götürdü gömleğini soyunması için. Levent üzerinden çıkardığı ıslak mintanını Niki’ye verirken gene göz göze geldiler. Ama Niki’nin de Levent’in de gözleri artık çok şeyler söylüyordu…

Mintan çay ocağının kenarında kurutulurken Despina’nın evden getirdiği mis gibi kokan sakızlı paskalya çöreğini tavşankanı çaylarına katık ettiler. Bu kısa ama sıcacık muhabbetlerinde Levent yeni arkadaşı Niki’yi Beykoz’a davet etti. Ama Niki bu ilk buluşmalarının Yeniköy’de olmasını arzu ediyordu. Kısa bir fikir alış verişinden sonra gelecek hafta Pazar günü Yeniköy İskelesi’nde öğle saatinde buluşmak üzere sözleştiler…

Niki Levent’i atölyenin kapısında uğurladı. Usulca fakat öteki kızların da duyduğu şu sözleri mırıldanıyordu Paşabahçeli gencin ardından bakarken:

-Eisai aftos pou thelo!..(Sen benim istediğim kişisin!)

***
Levent Usta için o hafta sanki bir sene kadar uzadı. Pazar bir türlü gelmek bilmiyordu. O gün Yeniköy İskelesi’nde buluşacaklar, baharı birlikte karşılayacaklardı. Niki Ortodoks Kilisesi’ndeki âyin bittikten sonra iskeleden Levent’i alacak, birlikte Tarabya Koyu’na kadar Kalender Sahili’nden yürüyecekler, sonra orada bir çay bahçesinde oturup baş başa konuşacaklardı.

Niki belki ondan daha fazla heyecanlanıyordu. İki yıllık bir birlikteliğin ardından Tarabyalı sevgilisi Yani’nden daha geçen ay ayrılmıştı. Çünkü Yani onu başka bir kadınla aldatmış, onurunu kırmıştı…

Yani’nin ihaneti nedeniyle gelen bu anî ayrılığın acısından hızla kurtulabilmek için eski sevgilisinden intikam alma ateşiyle yanıp tutuşuyordu Niki. İçindeki nefretin yerini yeni bir aşkın almasını çok arzu ediyordu…

İki yıllık sevgilisi ve ilk aşkı Yani onu köyden arkadaşı Marika ile aldatmıştı. Uzun süredir kulağına gelen dedikodulara aldırmamıştı. Yani’ye hiç bir zaman kuşkuyla bakmamış, ona güvenmiş, ona hep bağlı kalmıştı. Fakat sonunda onu Marika ile çok samimi bir ilişki içinde Kurtuluş’taki bir çay bahçesinde tesadüfen görmüş, bir süre onlara yaklaşmadan, uzaktan gizlice izlemiş, sonunda Yani’nin gerçekten kendisini aldattığına inanmıştı. O gece boyunca sabaha kadar ağlamıştı. Ertesi sabah ilk iş yıldırım hızıyla iki yıllık ilişkilerine son vermişti Yani’nin yüzüne karşı söylenebilecek en acı sözleri söyleyip yüzüne iki şiddetli tokat patlattıktan sonra…

Yeniden sırılsıklam âşık olmak istiyordu Niki. Eski sevgilisi Yani’yi tümden unutturacak bir aşkı arıyordu. Çok seveceği, taparcasına, delicesine âşık olacağı, kendini kaybedeceği masallardaki o ‘beyaz atlı’ delikanlıyı arıyordu…

O beyaz atlı prens adayını bulduktan sonra onun karakterini, huylarını deneyecek, sonunda aradığı sağlam karakteri gördüğünde ona gönlünü teslim edecekti. Yeni  aşkını coşkuyla, özgürce yaşamak istiyordu. Ayaklarını yerden kesen o heyecanı, sabah uyandığında içine dolan yaşam sevincini; giyinirken, saçlarını tararken, aynada allığını sürerken kendine gösterdiği özeni, gözlerindeki ışıltıyı, yanaklarındaki pembeliği, atölyede her kumaşa kalıbı vururken çıkan renklerle şekillerin giderek mükemmelleşen âhengini,  her gün geçtiği yollarda yürürken sanki başka bir dünyadaymış gibi düşünmesine neden olan ruh halini, en ciddi ortamlarda bile yüzünden eksik olmayan o tebessümü…Kısacası, dünyasının yeniden bambaşka güzelliklerle dolacağı günleri özlemle bekliyordu…

Kendisini eritecek, körkütük âşık edebilecek prensi o Beykozlu Camcı Levent mi olacaktı? İlk bakışta ona kanı ısınmış, yazma atölyesinde mintanını kuruturken gördüğü güçlü, esmer bedenine hayran kalmıştı. Ya simsiyah gözleriyle insanın gönlüne değen o içten bakışları…Yok, yok, gözler asla yalan söylemezdi. Eski sevgilisi Yani onun gözlerinin içine bakamıyor, gözlerini ondan sık sık kaçırıyor, durmadan yalanlar söylüyordu…Acaba Levent’in de öyle sonradan ortaya çıkabilecek kötü huyları, bozuk bir karakteri var mıydı?

Sonunda Niki kararını verdi. Kendine güveniyordu. Levent ile arkadaşlık yapacak, onu yakından tanıyacaktı…Aklından eski bir atasözünü geçirdi:

– “İ moíra chreiázetai ypiresía!..” (“Kısmete hizmet gerekir!..”)
***


Boğaz’da bahar doruk noktasına çıkarken, doğa renkli elbiselerini giymiş, görücü bekleyen güzeller gibi neşelidir. Baş döndürücü kokular, mis gibi aromalar açılan pencerelerden hayal görmenize meydan bırakmadan dalarlar birden evlerinizin odalarına. Burada leylak, orada ıhlamur, şurada akasya ruhunuzu sevgiyle iğneler…

Yamaçları bembeyaz kaplayan erik ağaçları ile akasyalardan sonra Mayıs başında Boğaz’ı erguvanların ateşleri sarar. O kısacık erguvan mevsimi hızla gelip geçerken nice aşıkların sevdaları alevlenmiştir…

Derken siyahtan kahverengiye çalan gövdeleriyle göze çarpan iğdeler çiçeklenmeye başlar. O iğdeler çevreye yaydıkları baş döndürücü kokularıyla, tavlı, ince, gümüş rengi yapraklarıyla, sarımsı renkli çiçekleriyle ve yüklü narin dallarıyla ruhların derinliğine inen bir sevinç kaynağı olurlar. Kalender’in, Yûşa Tepesi’nin yamaçlarında iğdelerin yaydığı ağır ama dayanılmaz güzellikteki mis kokular aşıkların içlerini titretir. O tatlı yumuşak dalları, hiçbir yapay esansın veremeyeceği doğal aroma, aldığınız nefesle beyninizin içine ve kılcal damarlarınıza kadar giren mis gibi bir kokudur. Hiç bir doktorun tedavisinde bulamayacağınız bir terapi yöntemidir iğde ağacı çiçeklerinin kokusu. Ve Niki de o zamanlar odasındaki vazoda çiçek açmış bir iğde dalını hiç eksik etmezdi…

Yeniköylü yazmacı Niki ile Beykozlu camcı Levent artık her hafta sonu buluşuyor, el ele, kol kola sahillerde, kırlarda geziyorlardı. İki gencin mutlulukları yüzlerine yansıyordu. Artık onlar iki sevgili olmuş, birbirlerine sevdalanmışlardı…

Niki Boğaz’ın lezzetlerini sevgilisiyle birlikte tadarken büyük keyif alıyordu. Fırsat buldukça Kanlıca’nın pudra şekerli yoğurdunu, Sarıyer’in böreğini ve muhallebisini, Emirgân Çınaraltı’nın tavşankanı çayının yanında çıtır simidini, Yeniköylü İsmail Usta’nın halka ve kurabiyelerini, İstinyeli Zeynel’in vişne-çilek-kaymak ve Tarabyalı Veli’nin ahududu-kaymak dondurmalarını gidip yerinde tatmak ne büyük bir keyifti sevgililer için…

Korularda, kırlarda el ele tutuşarak saatlerce gezdikten sonra ulu bir ıhlamur ağacının gölgesinde, birbirlerine yaslanarak Boğaz’ın akışına tepelerden bakmak ne hoştu?

Gene bir tatil günüydü. Yûşa Tepesi’nin koruluğunda gezip yorulduktan sonra Boğaz’ın görkemli manzarasına hakim bir yerde, bir ıhlamur ağacının gölgesine sığınmışlardı. Niki Levent’in gözlerinin içine bakıyor, sanki bir şeyler söylemek istiyordu. Yûşa Tepesi’nin gizemli konumu Niki’yi büyülemişti. Levent konuşmaya başladı. Sevgilisine Hz. Yûşa Aleyhisselam’ın efsânesini uzun uzun anlattı. Aslında Levent tarihe, destanları ve menkıbeleri okumaya ve bunları büyüklerinden dinlemeye pek meraklı idi. Boğaziçi denilen bu dünyada eşi benzeri olmayan yöreye delicesine tutkundu. Boğaz’ın eski efsânelerinin kaynağında Hz. Yûşa’nın henüz gün ışığına çıkarılamamış bir öyküsünün olduğuna inanıyordu 17 metre boyunda, 4 metre enindeki o muhteşem mezara bakarken. Tam sözlerini bağlıyordu ki Niki’si sağ elinin işaret parmağını dudaklarına dokundurdu, onu susturdu:

-Levent gomena! Sagapo erota mu…(Levent, Sevgilim; seni seviyorum aşkım)

Bir süre derin bir sessizlik oldu. Levent onun simsiyah gözbebeklerinin içine baktı, Yanakları al al olmuştu. Rumca bilmezdi ama elbette Niki’sinin duygularını anadilinde ifade ettiğini anlamıştı. Nasırlı avuçlarının içinde tuttuğu elini sıkıca kavradı. O sırada Niki Levent’in yanaklarına hafifçe bir buse kondurdu. Levent bir anda kendini cam ocağının içine düşmüş gibi hissetti. Dudakları titreyerek:

(Devam Edecek)

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ

 

Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 17 Aralık 2023

Yazarın Tüm Yazıları
Exit mobile version