KAYIP ARANIYOR!
Siz hiç iliklerinize kadar çaresizlik hissettiniz mi? Bir şey yapamamanın ağırlığı yüreğinize taş gibi oturdu mu? Elinden bir şey gelmemesinin kıvranışını, yarattığı kederi derinden duydunuz mu? İnsan olmanın acizlik içerdiğini fark ettiniz mi? Hepimizin farklı olaylar, kişiler ve durumlar karşısında böyle olduğumuz zamanlar vardır. Sözcükler bile teselli etmez o zaman. Sesler havada anlamsız biçimde kalır. Nazım’ın dediği gibi üstelik “hava da kurşun gibi ağır”dır. Ve “yüreklerin kulakları sağır”dır. Bazıları ne olduğunu bilir, susar. Görmezden, duymazdan, işitmezden gelir. İnsan olmanın ağırlığı taş gibi çöker üzerinize. İçinizden bir ses “belki…” diye bir umut kırıntısı geçer sarılacak, dayanacak bir şey ararsınız. Nafile.
Ben onun gözlerinde gördüm bunu, onun gözlerinde yaşadım derin bir kederi. Böyle olduğunu sanmazdım. Yanılmışım. Hayrete düşmek bu yaşta bile mümkün. Zaten o olmasa belki de ben bu durumun farkına bile hemen varamayacaktım. Yaşadığım keder algılarımı sınırladı. Anıların pençesindeyim. Kurtulmak da istemiyorum. Çünkü geçmiş yaşantı da şimdiki benimin bir parçası.
Dört gün olmuş meğer onlar olmayalı. Ben de zaten o gün okula geldiğimden o deyince fark ettim. Onun gözlerindeki, yüzündeki keder o zaman anlam buldu. İnsan kederi, kayıplarını, acılarını yüzünde yaşamalı bence. O da öyleymiş. Şaşırmam ondan. Hiç ummazdım. Hayat yalıtıyor bazen. Ben de yanılmalara, şaşkınlıklara açığım.
O, anlatınca fark ettim bana eşlik eden o iki canı. Meğer olmadığım süre boyunca onlar da kaybolmuş. Birinin yokluğu nasıl endişe yaratır, o boşlukta olma hali nasıl insanı kıvrandırır bilirim. Onda bunu yaşadım. Keder içindeki insan gündelik yaşama bedenen dönse de ruhen hemen dönemiyor. Ben, o haldeyken öğrendim onların yokluğunu.
Oysa şunun şurasında Mart ayının başından itibaren birbirimize aşinaydık o canlarla. 9 ay olmuş. İyi ki mobil telefonlar var. Onların değişik hallerini çektiğimi anımsadım. Farklı görseller var ikisiyle ilgili. İlki 9 Hazirana; sonuncusu ise 12 Ekime ait.
Canların ilkinin adı Tekir. Gel-gitli ilişkimiz vardı. Dı diye yazıyorum çünkü biri aldı ve nereye götürdü bilemiyoruz. Bir haber yok. Kederli bekleyiş haber alınmayışıyla yokluklarının uzamasıyla endişeye dönüştü. Tüm gidip de gelmeyenlerde, haber alınamayanlarda olduğu gibi.
Okus –pokus mu oldu. Bir anda nasıl yok oldular. Gerçi bir hafta önce de Sarı ile birlikte çöp poşetiyle götürülmüşler. Ler diye yazıyorum çünkü benim tanık olmadığım sonradan öğrendiğim bir olay.
Tekir ile aramızda Haziran ayında Kurban Bayramı sonrası yakınlaşma oldu. Bloğun kapısından girince hemen yanıma geldi. Bayram süresince yalnız kalmış. Hemen su verdim ne çok susamış meğer. Odama geldi, dolaştı. Sonra mamasını verdik. Sonraki günlerde aynı sıcaklığı göremedim. Aslında tüm ilişkilerin başlangıcı gibi tanıma evresinde kaldık Tekir’le. Kabullenme ve ilişkinin derinleşme aşamasına geçemedik. O da buna fırsat vermedi. Sonradan anladım o da beni Melih hoca ile karıştırmış. Onunla boyumuz, kilomuz saçlarımız, çehremiz oldukça benzer. Öğrenciler bile karıştırdıktan sonra onun bu benzerliği aynı sayması normal.
Tekir’in kendine has bir yapısı vardı. O, istemeden kendini sevdirmezdi, o isterse odanıza gelir, masanıza uzanır, isterse giderdi. Kafasına uyan bir zamanda gelirdi, kendine göre bir gündemi vardı; benim bilemediğim, çözemediğim. Onunla iletişimimizi zamana bırakmıştım. Zamanla aramızdaki sorunları aşar, birbirimizi anlarız diye düşünmüştüm. Ama zamanının bizim kontrolümüzde olmadığı gerçeğini yaşayanlar olarak unutuyoruz bazen. Bunu ben de bu olayda da yaşayarak öğrendim: Hayat ertelenmemeli, yapılması gereken o an yapılmalı. Gerçekten ders almasını bilen için hayat, en büyük öğretici.
Sarı ile aramız daha iyiydi. Beni ne zaman görse ofisime kadar eşlik ederdi. Ancak ofisin kapısını açmaya çalıştığımda sıçrayarak oynamak isterdi. Ben ondan atik davranıp kapıyı açardı. Biraz oyunbazdı. Yaşlı mıydı? Yorgun muydu? Gözlerinde kederi gördüğüm onun odasında hep uyurdu. Patileri o kadar temiz değildi daha uysaldı. Kendini sevdirmeyi bilirdi. Şeytan tüyü mü vardı? Bir deyim de olsa nasıl bir şeydir şeytan tüyü bilemedim. Ama öyle denilen unutamadığım insanlar oldu hayatımda.
Bugün 5’inci gün. İkisi de yok. Aklımdan kayıp ilanı vermek geldi. Gazetelerin küçük ilanları arasında yer alan. Hani kimliğimi kaybettim, yenisini aldığımdan hükümsüzdür gibi yazılan ilanlardan… Gazetelerin etkisinin eskisi gibi olmadığı düşünülürse bu seçenek pek uygun gelmedi bana. Acaba KAYIP ARANIYOR diye afişler bastırıp 5’nci Levent ve Alibeyköy’ün çevresinde değişik yerlere mi assam? Kimsenin kimseye vaktinin olmadığı zamanlarda ne kadar dikkat çeker? Emin olamadım. Sonra sosyal medya geldi aklıma… Sonra bu köşe… Sonra 5 gün öncesine dönüp o anı durdurmak istedim. O anın hiç olmamasını. Keşke elimde büyücü sopası olsa… Gerçeği, o meşum an’ı değiştirecek gücüm olsa. Tekir ve Sarı yine bizlerle olsa. Onun gözlerindeki keder silinse. Ama hayat hiç olmadık zamanda, olmadık yerde bizi kederle buluşturuyor. An’ı durdurmak elimizde değil. Ama içimizden geçeleri de susturmak mümkün değil. Bir keşkeye sığınıyoruz. Nafile de olsa…
Kemal ASLAN/Gazeteci-Yazar