Coşkun KARTAL;
JÜRİSTOKRASİ (Mİ?)
Türkiye’de yüksek yargı organları arasında yaşanan krizden sonra, bu tanımı kullananlar oldu.
Ben de, yaşadıklarımızın bu tanıma uyup uymayacağı konusunda biraz kafa yorayım dedim.
Biraz kitap karıştırdım, eski bilgilerimi anımsamaya çalıştım ve durumumuzun jüristokrasiye pek uymadığı, daha çok adalet, hukuk ve yargı sistemlerinin kullanılmasındaki görüş ayrılıkları ile ilgili olduğu sonucuna vardım.
Bundan 50 yıl kadar önce, Bülent Ecevit’in tanınmış dışişleri bakanı Prof.Dr. Turan Güneş’in o zaman CHP’nin gündemindeki düzen değişikliği konusundaki bir konuşmasını dinlemiştim:
“Düzen değişmeli sözünü dilimizden düşürmüyoruz” demişti Turan Güneş, “Ancak genel anlamda düzeni değiştirmek için işe hukuk ve yargı sistemini değiştirmekle başlamak ve bugünkünün yerine daha düzgün, daha demokrat, insan haklarına saygılı adil bir hukuki ve yasal düzen kurmamız gerek.”
O gün bu gündür, düzen değişikliği sözünü duyunca sık sık rahmetli Turan hocanın bu konuşmasını hatırlarım.
Çünkü, Turan Güneş, o gün bu bağlamda başka şeyler de söylemiş, ünlü 141-142. Maddeler gibi bir çok “adaletsiz” siyasal bakımdan antidemokratik, hatta faşist nitelikli hükümler barındıran yasaların tümüyle değiştirilmesi gerektiğini belirtmişti .
Turan Güneş, bu yasalar ve hükümleri durdukça, mahkemelerden ve yargıçlardan bu yasa hükümleriyle yargılananlar için fazla bir şey beklenemeyeceğini vurgulamıştı.
, ***
Berlin yakınlarındaki Potsdam bölgesinde 1700’lü yıllarda bugün hala ayakta olan saray inşa edileceği zaman, orada değirmencilik yapan bir köylünün arazideki değirmenini yıkılması için asla satmayacağını söylediği anlatılır.
Rivayete göre kral , kendisine cesaretle karşı gelen adama, “neyine güveniyorsun da sarayın yapımı için yıkılması gereken değirmenini, üstelik parasıyla krala vermeme densizliğini gösteriyorsun” deyince, değirmenci asırlardır söylenen ünlü cevabı yapıştırır:
“Çünkü majesteleri, Berlin’de hakimler var!”
Kral , bu tokat gibi yanıtı alınca, Berlin’deki hakimlerin korkusundan olacak(!) ısrar etmekten vazgeçer ve hala Alman adaletinin simgesi olarak gösterilen değirmen yerinde kalır.
Oysa, hangi hukuk mekteplerinde yetişip geleceğin hukuk sisteminde belirleyici olan hangi unutulmaz içtihatlara imza attıkları belirsiz olan “Berlin hakimleri”, gelecek yüz yıllarda hiç de yüz ağartıcı sayılamayacak yargılamalara imza atacaklardır.
Bunların en çarpıcı olanları, kuşkusuz, Hitler döneminde arkalarına nazi bayrağı asarak insanları yargılayan, idamlarına ya da zulüm görmelerine yol açan nazi hakimlerinin kararlardır.
Yargı erki sıfatıyla yasama erkiyle el ele verip yürütmenin başı durumundaki kanlı diktatöre biat etmek suretiyle ırkçı, şovenist, savaş yanlısı hukuk düzenini meşrulaştırmış, dünyaya saldırabilmesi için sağlamlaştırmışlardır.
Bu durum, yasaları iyi uygulanamayan, beceriksizce yanlış ve “hatalı” kararlar veren hakimler meselesi değildir.
Kendilerini iktidarı ele geçiren ırkçı-faşist diktatörlüğe eklemlendirmişler, nazi partisinin militanları olarak verdikleri kararlar adalet suçu olmanın ötesine geçip insanlık suçuna dönüşmüştür.
Sonuçta, ikinci dünya savaşındaki müttefik kuvvetlerin hava saldırıları sonucu enkaza dönüşüp dört ayrı işgal kuvvetinin çizmeleri altında kalan Berlin’in yakınlarındaki adalet simgesi değirmeni barındıran Potsdam’daki bir sarayda Almanya’nın ipi çekilmiştir.
O “sağlam kalan” sarayın 30-40 metrekarelik bir odasında, ABD, SSCB ve İngiltere liderleri Truman, Stalin ve Churchill, zafer kazanan taraf ülkeleri olarak, işgal ettikleri Almanya’ya savaş yenilgisinin bedelini dayatmışlardır.
Kendi aralarında “en adaletli anlaşmayı yaptıklarını” düşünmüşlerdir.
Dört işgal bölgesine bölünmüş Berlin’de bir zamanlar var olduğu söylenen o efsanevi hakimler artık ortada yoktur, hiç birinin aklına da gelmemiştir.
***
Berlin’in ünlü “adalet değirmenine” benzer bir adalet öyküsü de Osmanlı tarihinde vardır.
Gerçi burada adaleti sağlayan hakimler ya da kadı değil, bizzat padişahın kendisidir.
Bursa’daki Ulu Camii inşa edileceği zaman, belirlenen arazinin bir yerinde ,bir söylentiye göre gayrı müslim olan yaşlı bir kadının evi varmış.
Kadından yıkılıp cami yapımına alan açılabilmesi için ev satın alınmak istenmiş, ancak satmayacağım belirtmiş.
Israrlar, yüksek meblağ teklifleri, belki de tehditler işe yaramayınca, durum padişah Yıldırım Beyazıt’a bildirilmiş.
Padişah, kendisi de deneyip kadını razı edemeyince, pratik bir çözüm bulmuş.
İnşaatın orta yerinde kadının evi bırakılıp
Çevresine ulu cami yapılmış.
Kadın da ölene kadar evinde yaşamış. Öldüğünde ise ev yıkılmış ve bulunduğu cami ortasındaki açıklığa bir şadırvan yapılmış.
O şadırvan hala o tarif edilen yerdedir.
Bu da hakimler ya da kadı marifetiyle olmasa da, padişahın “kul hakkına saygılı” adalet anlayışını dile getiren bir öykü.
Övünerek anlatırız.
Ne var ki, adalet deyince, Osmanlı’nın yüz yıllar boyu süren saltanatında daha sonra yapılan adaletsizlikler pek dile gelmez.
Örneğin babası öldüğünde başkente en hızlı ulaşıp padişahlık makamına oturan şehzadenin, o anda kardeşleri başta olmak üzere, saltanatına zarar verecek herkesi idam etme hakkına sahip olduğu bilinse de pek yadırganmaz.
Sultanların yönetici kadrolarını bir sözle değiştirip idam ettirebildikleri, sürdürebildikleri, malına mülküne el koyup zindana attırabildikleri pek anlatılmaz.
Kadıların marifetleri, haksız uygulamaları, rüşvetçilikleri, ara sıra söz konusu edilse de üzerinde durulmaz.
Oysa kadılık kurumunun üzerinden yüz yıl geçse de, hala dillerde dolaşan bir özlü söz vardır:
“Anamızı ağlatan kadı, kimi kime şikayet edeyim?”
Bu söz, halk arasında hala adaletin uygulanması konusunda bir çok olumsuzluğu ifade edebilmektedir.
Bir de hukuk sistemine değil, hakim olsun, kadı olsun, yargı dağıtmakla görevli insanların insafına bağlı mahkemelerin adalet dağıtan konumda olamayacağını anlatmaktadır.
***
Ülkemizde de son günlerde kamuoyunu en çok meşgul eden, adalet uygulayıcı yüksek mahkemelerin arasında çıkan “yargı krizi” konusu gündemde.
Yargıtayın, anayasa mahkemesinin aldığı cezaevindeki TİP milletvekili Can Atalay’ın tutukluluğunun kaldırılmasına ilişkin kararını “tanımaması” , üstelik bu kararı veren anayasa mahkemesi üyeleri hakkındaki suç duyurusu, kamuoyunda şok yarattı.
Her yandan tepkiler yükseldi, muhalefet çevreleri yargı darbesinden söz ettiler, gösteriler yapıldı ancak konu yavaş yavaş sıcaklığını kaybetmeye başladı.
Cumhurbaşkanı önce Yargıtayın haklı olduğunu ima etse de sonradan iki yüksek yargı kurumu arasında “hakemlik” görevinin kendilerine düştüğünü söyledi.
Lakin bu hakemlik görevinin nasıl yapılacağı, alınan yüksek mahkeme kararlarının yeniden mi gözden geçirileceği konusunda açıklık yoktu.
Doğrusu, aslında böyle bir durumda ne yapılacağını, nereye itiraz edileceğini ya da başvurulacağını da başta muhalif çevreler, kimse bilmiyordu.
(Bu arada, “yürütmenin başı” cumhurbaşkanının yargı kurumları arasındaki ihtilafa şu ya da bu şekilde karışmasının “bağımsız yargı erki” için sakınca oluşturup oluşturmayacağı üzerinde de durulmadı.)
Bir de “jüristokrasi” denilen ve “yargıçlar oligarşisi” de denilen bir kavram ortaya atılsa da, yargıçların yönetime el koyma girişimi gibi bir durum ortaya çıkmadığından fazla dikkat çekmedi.
Ancak, anayasanın açık hükümlerine rağmen böyle bir ihtilafın yaşanmış olması, sistemde aksayan bir şeyler olduğunu gösteriyordu.
Adalet sağlayıcı organlar arasında bu denli üst düzeyde, üstelik çıkmaza girmiş havası veren tartışmalar, adalet sağlanmasının yalnızca hakimlerle değil, anayasa, yasa, hukuki içtihat sistemlerinin düzenlenmesi ile olacağı ortadaydı.
Adalet, hukuk, yargı, “kişilerin adalet dağıtma duygularına göre” değil, artık evrenselleşmiş, Türkiye’nin de imza attığı uluslararası anlaşmalara bağlanmış ilkelerin ışığında uygulanmalıydı.
Çünkü bu günün evrensel adalet anlayışı ve ülkenin gereksinimi bunu gerektiriyordu.
Berlin’in hakimlerinin adaleti de, Bursa’da gayrımüslim kadının cami inşaatının orta yerindeki evinde yaşamasına izin veren padişahın kul hakkına saygısı da geçmişin efsanelerinde kalmıştı.
Coşkun KARTAL/Gazeteci
Coşkun KARTAL/kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 18 Kasım 2023