UZAYLI MUMYALAR: SANSASYONELLİK BİLİM KILIĞINA BÜRÜNÜRSE (2) NEDEN UZAYLILARA İNANMAK İSTİYORUZ?

0

UZAYLI MUMYALAR: SANSASYONELLİK BİLİM KILIĞINA BÜRÜNÜRSE (2) NEDEN UZAYLILARA İNANMAK İSTİYORUZ?

Uzaylı yaşamının olasılığı neden bizi bu kadar derinden etkiliyor? Gökyüzünde süzülen bir UFO’nun gizemli silueti ve onun altına yerleştirilmiş ‘İnanmak İstiyorum’ yazısı… Bu, sadece 90’lı yılların popüler dizisi Gizli Dosyalar’ı (*The X Files) anımsatan bir görsel değil, aynı zamanda birçok insanın içindeki merak ve arzuyu ifade eden bir sembol.

Gizli Dosyalar: İnanmak İstiyorum“ “İnanmak İstiyorum” ifadesi Gizli Dosyalar’daki, kurgusal karakter FBI ajanı Fox Mulder’ınbodrum katındaki  ofisinde asılı posterde yer alır. Mulder’ın kendisi bu cümleyi sık sık yüksek sesle söylemese de, bir UFO resminin eşlik ettiği poster, Fox Mulder karakterinin ve dizinin genel temasının simgesidir.

Fox Mulder’ın Kişisel Arayışı       Mulder’ın kız kardeşi çocukken kaçırılmıştır ve o bunun, uzaylılar tarafından yapıldığına inanmaktadır.  Bu travmatik olay, onun dizi boyunca uzaylıları ve onların varlığını örtbas etmeye yönelik hükümet komplolarını ortaya çıkarma arayışını yönlendirir. “İnanmak İstiyorum” kişisel umudunu, inançlarını ve kanaatlerini destekleyen kanıtlar bulma arzusunu yansıtır.

Şüpheci ve İnanan Dinamiği                Dizi, inanan Fox Mulder ile partneri şüpheci Dana Scully arasında dinamik bir diyalektiğe sahiptir. Bir tıp doktoru olan Scully, araştırdıkları açıklanamayan fenomenler için bilimsel açıklamalar ararken, Mulder paranormal aktivitelere ve uzaylıların varlığına inanma eğilimindedir.

Gördüklerimiz her şey olamaz.   “İnanmak istiyorum” demek, basitçe “inanıyorum” demekten farklıdır. Umudu ifade eder amaa ynı zamanda belirsizliği, potansiyel hayal kırıklıklarını ve yanılabilirliği da kabul eder. Bu duygud erin bir insani endişeye değinir: ya bizim gerçekliğimiz var olan her şeyse?

Evrendeki Yerimiz.                                   

Bir zamanlar evrenin merkezi olduğumuza inanırdık. Kopernik ve Galileo gibi öncüler sayesinde benmerkezci görüşümüz paramparça oldu. Carl Sagan’ın dokunaklı bir şekilde belirttiği gibi, uçsuz bucaksız bir evrende sadece “soluk mavi bir noktayız”.

Dünya dışı yaşam ya da ilahi bir varlık olmaksızın, uçsuz bucaksız evrende ancak bir mavi nokta olan küçücük bir gezegende, zeki ama kusurlu varlıklar olarak ya sadece biz varsak?
Böyle bir düşünce tedirgin edicidir. Kendimizi önemli ve değerli hissetmek için can atarız.
Mulder’ın sözleriyle, “Gerçekliğimizin ötesinde daha büyük bir gerçek olmalı.” Gördüklerimiz her şey olamaz. Etrafımızda olanlardan daha büyük ve daha anlamlı bir şeyin özlemini çekeriz. Bu büyük evrende, uzaylı yaşam fikri bir olasılık sunar – belki de bazen hissettiğimiz kadar önemsiz değilizdir.

İnsanın Kozmik Bağlantı İhtiyacı
İnsanlar binlerce yıldır gözlerini yukarıya dikmişlerdir. Bu sadece göksel güzelliğe duyulan bir hayranlık değil; bir bağlantı arayışıdır. Astrofizikçi ve bilimkurgu yazarı Gregory Bedford’un ifade ettiği gibi, dünya dışı yaşam arayışımız derin bir yalnızlıktan kaynaklanmaktadır. Çünkü kendimiz dışında benzer zekaya sahip kimsemiz yok. Ve bu, insan evriminde çok eskilere dayanan bir tür derin ve garip bir yalnızlık. Geçmişte oldukça zeki olan başka primatların olduğu zamanlar da vardı. Makul zekaya sahip diğer primatları ya rekabet ya da düpedüz savaş yoluyla ortadan kaldırdık. En son elediğimiz
dünyevi entelektüel rakibimiz Neandertallerdi. Ve onları yok ederek yalnızlığımızı daha da arttırdık. Konuşacak kimsemiz yok. Yunuslarla ve balinalarla konuşmayı denedik. Ancak bunda da pek ilerleme kaydedemedik.

Varoluşsal Yalnızlık
Jean-Paul Sartre, “Varlık ve Hiçlik”te, “Yalnız olmasaydım, eylemimi bir kaçış ya da gerçekliğimi bir terk ediliş olarak deneyimlemezdim” diyerek bu yalıtılmışlık duygusunu felsefi olarak özetlemiştir. Sartre’a göre insanlık durumu, her bireyin kendi bilinci içinde sonsuza dek izole olduğu ve temel bir yalnızlığa yol açan kaçınılmaz bir özgürlüktür.
Edebiyat ve sanata bir bakış da, bağlantı fikrinin ya da bunun eksikliği olarak yalnızlığın merkezi bir tema olduğunu gösterir. Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı sadece canavarca bir yaratılışın öyküsü değil, aynı zamanda benzersiz olmanın, “türünün tek örneği” olmanın acı verici yalnızlığının da altını çizer.

Zekanın Sosyal Zorunluluğu
Bedford, yüksek zekanın muhtemelen sosyal bir yapı olduğunu vurgular. “Başkalarından öğrenmek zorundasınız,” diyerek zekanın gelişiminde sosyal etkileşimin önemini yineler.
“Ölümün çözümü nedir? Evren neden burada?” gibi cevabını bilmediğimiz temel varoluşsal soruların yanıtını dünya dışı varlıklarda bulmayı umarız. İster bir astrofizikçinin merceğinden, ister bir bilimkurgu dizisinin kaleminden olsun; uzaylı arayışımız özünde bağlantı kurma, anlama ve insanlığı binlerce yıldır rahatsız eden varoluşsal yalnızlığı hafifletme ihtiyacımıza bağlıdır.

Kıyamet Günü Arzusu:
Kıyamet senaryolarından zevk alan ruhumuzun bu arayışımızda bize eşlik eden karanlık sularını da görmezden gelmeyelim. Stephen Hawking’in uzaya sinyal göndermeye karşı uyarısını hatırlayalım. Eğer kıyamet günü anlatısına gerçekten inanıyorsak, uzaylı uygarlıklarla temas kurmaya çalışmak, yıldızlararası bir haçlı seferini davet etmeye benzer. Varoluşsal riskler içeren kozmik bir kumar oynuyor olabiliriz.

Uzaylılar İnsanlığı Yok Edebilir, Ama Yine de Onları Arayalım!
Hawking, gelişmiş bir uzaylı medeniyetinin insan ırkını, bir insanın bir karınca kolonisini yok edebileceği gibi yok etmekte hiçbir sorun yaşamayacağına dair korkularını açıkça dile getirmiştir.
İnsanoğlunun teknolojik olarak daha az gelişmiş diğer insan kültürlerine kötü davranma ve hatta onları katletme konusunda korkunç bir geçmişe sahip olduğunu hatırlarsak – uzaylı bir uygarlık neden farklı olsun ki?
Bilim insanları şu anda uzaylı yaşam formlarının neye benzeyebileceği ya da insan uygarlığının temasına nasıl karşılık verebilecekleri konusunda hiçbir fikre sahip değil. Yine Hawking’in karanlık bir tahminine göre, “Bu tür gelişmiş uzaylılar belki de göçebe olurlar, ulaşabildikleri gezegenleri fethetmek ve kolonileştirmek isterler. Eğer öyleyse, her yeni gezegeni daha fazla uzay gemisi inşa etmek için malzeme olarak kullanmaları mantıklıdır, böylece yollarına devam edebilirler. Sınırlarının ne olacağını kim bilebilir?”
Bu karanlık öngörülere rağmen, yine de Hawking’in evrenin başka bir yerinde uzaylı olup olmadığını bilme arzusu korkularının önüne geçmiş görünüyor. Kendisinin de bir parçası olduğu bugüne kadraki en kapsamlı uzaylı iletişim araştırması Breakthrough Listen (*Çığır Açıcı Dinleme) girişimi hem radyo frekanslarında hem de lazer iletimlerinde uzaylıların iletişim işaretlerini arıyor. Bununla beraber, ikinci bir girişim olan Breakthrough Message, (*Çığır Açıcı Mesaj) insanlardan uzaylılara gönderilecek mesajların içeriği için önerilerde bulunmak üzere dünyadaki herkese açık bir yarışmaya ev sahipliği yapıyor.

İkarus İkilemi
Yunan mitolojisinde İkarus, güneşe çok yakın uçmaması konusunda uyarılmıştı. Uyarıyı dikkate almayan İkarus’un balmumu kanatları erimiş ve denize düşmüştür. Uzaylılara olan saplantımız modern bir İkarus ikilemini temsil etmektedir. Bizden daha büyük bir şeyi keşfetmenin ışıltısıyla büyülenmiş bir şekilde muammaya daha yakın uçmak isteriz. Ama ya onu bulduğumuzda varoluşsal bir anlamsızlık uçurumuna düşersek? Tıpkı İkarus’un güneşe doğru uçuşunun trajik bir düşüşe yol açması gibi, uzaylı arayışımız da, keşfedebileceğimiz hayal edilemez gerçeklere hazırlıklı değilsek, derin bir varoluşsal krize ve kozmik bir dehşete yol açabilir.
Dolayısıyla şunu sorgulamalıyız: Uzaylılarla temas kurma arzumuz bir yanıt arayışı mı yoksa varoluşsal bir yıkıma davetiye mi? Her iki durumda da uzaylıları arayışımız onlardan çok bizimle ilgili; en derin korkularımızı, umutlarımızı ve insan olmanın ne anlama geldiğinin karmaşıklığını yansıtan bir ayna.

Kozmik Sessizliğin Senfonisi: Yeni Bir Perspektif
Peki, uzaylı yaşam arayışında neredeyiz? Belki de her şeye yanlış bakıyoruz. Sessizliğin kendisi bir cevap olabilir. Voltaire şöyle demişti: “Bu sonsuz boşlukların ebedi sessizliği beni
korkutuyor.” Belki de sessizlik, nasıl takdir edeceğimizi yeni öğrendiğimiz bir tür kozmik müziktir.

John Cage ve 4’33”
John Cage’in 4’33” adlı eseri avangart müzik ve kavramsal sanat dünyasının en ünlü ve tartışmalı eserlerinden biridir. Yüzeysel bir bakışta, dört dakika otuz üç saniyelik bir “sessizlik” gibi görünür, ancak altında yatan felsefe bundan çok daha derindir. Cage, Doğu felsefeleri, özellikle de Zen Budizminden etkilenmiştir. Zen’in temel ilkelerinden biri, gerçekten boş olmayan ama potansiyel olarak dolu olan boşluğun ya da hiçliğin doğasının keşfedilmesidir. Benzer bir şekilde, Cage de sessizliğin gerçekten sessiz olmadığını göstermeye çalışır. Bir icracı 4’33”ü
“çaldığında”, enstrümanının geleneksel seslerini üretmez. Çevre, seyirci ve hatta icracının kendi ince hareketleri eserin sesleri haline gelir.
4’33 “ü gerçekten takdir etmek,geleneksel anlamda “dinlemek”ten ziyade,etrafımızda herzaman var olan sayısız sesi (veya potansiyel sesleri) deneyimlemek ve bunların farkında olmakla ilgilidir. Cage bu eseriyle bize müziğin, sesin ve hatta belki de güzelliğin en beklenmedik yerlerde bile bulunabileceğini hatırlatır, yeter ki onu gerçekten duymak için zaman ayıralım.

İnanmak İstiyoruz
“İnanmak İstiyorum” ifadesi umutlarımızı ve korkularımızı özetliyor. Hepimiz inancımızın haklı çıkacağına, arayışımızın kurtarıcı bir sonla karşılaşacağına, adanmışlığımızın ödüllendirileceğine inanmak istiyoruz. Bu ödül ister bir kız kardeşin kayboluşunun tam hikayesi, ister hayatımızın aşkıyla karşılaşma, ister cennette sonsuzluk, ister gözden kaçırdığımız sessizliklerde en büyüleyici notaları bulma, isterse de uzaylıların dünyamızı istilası olsun…
Şair T.S. Eliot’ın sözleriyle, “Sadece çok ileri gitmeyi göze alanlar ne kadar ileri gidilebileceğini öğrenebilir.”

Derya ULUSOY/Felsefeci

Derya ULUSOY/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 29 Eylül 2023