GEL’SİN…
Bir Erguvan Hikâyesi.
“bir erguvanlar vardı
pembe mi desem deli mi desem
bu ümit olmasa içimde
buralarda bir gün beklemem*”
Her yıl bu vakitlerde inatçı çocukluğumu da peşinden sürüyerek gelir erguvan mevsimi. Ben erguvan ağaçlarını ilk kez doğup büyüdüğüm Çatalca’da gördüm çünkü. Çatalca’dan dışarı çıkıp İstanbul Boğazı’ndaki erguvanları görünceye kadar da benim gibi onları da yedi sülalesi ile birlikte doğma büyüme Çatalca’lı zannettim.
Hiç unutmam o günü.
Yetmişli yılların sonlarına doğruydu. Köprüyle hemen hemen aynı çocuk yaşlarda olduğumuz günlerdi. Babamın traktöründen başka bindiğim her kapalı aracın beni tuttuğu ve muhakkak kusturduğu kadar küçük olduğum günler. Ama o gün köprünün Avrupa Yakası ayağına gelinceye kadar hiçbir rahatsızlık hissetmemiştim kendimde. Hem ilk kez hem de çok kez Yeşilçam filmlerinde gördüğüm o büyülü köprüden geçecektim çünkü. Ayağımda da o gün ilk kez giydiğim gelincik kırmızısı ayakkabılarım vardı. Yol boyunca sürekli ayaklarıma bakıp durmuştum. Annem de kusacağımdan korktuğu için sürekli başımı kaldırıp etrafı seyretmem için uyarıda bulunmuştu.
“Kaldır şu başını, hani söz vermiştin, sözümden çıkmayacaktın.”
“Bak hâlâ kaldırmadın, neye yaradı gezmeye geldiğin.”
“Kaldırsana gâvurun evladı, sen bir kus da ben sorarım sana.”
Köprüye gelince araçtaki diğer çocukların attığı sevinç çığlıklarıyla başımı kaldırıp unutuvermiştim ayağımdaki gelincikleri. Gözlerimi kocaman açıp arabanın camına yapıştırmıştım hemen yüzümü. Kız Kulesi’ni çok küçük ve kendime çok yakın bulup vapurları saymaya girişmiştim hemen. Ve içlerinden birini seçip güvertesinde olduğumu, rüzgârın at kuyruğumu oradan oraya savurduğunu düşlemiştim. Dikkatimi vapurlardan çekip yamaçlara sürdüğümde ise birden erguvan ağaçlarıyla doluvermişti gözlerim. Ama nasıl olurdu, hiçbir Yeşilçam filminde, hiçbir İstanbul kartpostalında görmemiştim daha önce onları ben. İstanbul’dan gelen misafirlerimizin hiçbiri onlardan bahsetmemişti. Annem, babam, yuvam, mahallem gibi erguvanlar da sadece benim dünyamın ayrıcalıklarından biriydi.
Ben… Daima… Adımla müsemma…
Sık sık ustaca kurguladığım hülyaları keyifle izleyen bir çocuk olduğumdan annemin yanına sokulup fısıldadım kulağına hemen.
“Şu tepedekiler erguvan mı?”
“Erguvan ya, bizimkilerin aynısından işte.”
Aman Allah’ım! Hem de aynısından. Hem de bizimkiler gibi tepelerin en manzaralı, en görkemli yamaçlarında.
Aniden kustuğumu hatırlıyorum. Hem de pırıl pırıl parlayan ayakkabılarımın üstüne. Annemin söylene söylene temizlediğini. Hem kusmanın utancından hem de küçücük dünyamın biricik aidiyeti olan erguvanlarımı koskoca şehre kaptırmış olmanın acısından kurtulmak için hemen uyuduğumu sonra.
Ama şunca yıldan sonra, yine de sorsanız bana, hâlâ Çatalca’lıdır erguvanlar. Geç çatlayan kalın kabuklu tohumlarıyla, kuzeyi ve yarı gölgeleri sevmeleriyle, sert kışlara olan dayanıklılıklarıyla, en verimsiz topraklara dahi tutunup çiçek açacak kadar kanaatkâr oluşlarıyla, yerini bulduklarında ise gövdelerinden bile çiçekler fışkırmasıyla bana da çok benzerler.
Erguvan mevsimi geldiğinde illaki sorarım Wattsap grubumuzdaki lise arkadaşlarıma.
“Atatürk Parkı’nın askeriyeye bakan köşesindeki erguvan ağacı açtı mı?”
Yolu o tarafa düşen olursa fotoğrafını da çeker gönderir.
“Bak işte, açtı.”
Hepimizin ne çok yaşanmışlığına şahit olmuştur o erguvan ağacı. Çocuksanız etrafında koşup oynamışsınızdır mutlaka. Hatta adının ne olduğunu sırtınıza ter bezi sokulurken sorup öğrenivermişsinizdir sizi oraya götüren büyüğünüzden. Gençliğinizde ilk aşkınızla karşı karşıya otururken parkın en kuytu masasında, gözlerinizi ondan kaçırmak için mutlaka o erguvana bakmışsınızdır. Gövdesini, dalını, çiçeğini, yaprağını ve rengini en çok o zaman ezberinize almışsınızdır. Evliyseniz ve eşinizle gittiyseniz, onu en iyi görebileceğiniz masayı seçmişsinizdir; hatırlatsın diye size bir vakitler ışığın içinizde nasıl oynaştığını. Tek tanığınız odur çünkü, herkesten kaçmış bir ondan kaçmamışsınızdır. Suskun bir tanıktır o, sadece tanıklık eder, sizden öncekilere ve sonrakilere ve daha sonrakilere.
İstanbul Boğazı’ndakiler de öyle değil midir?
Bizans’tan öncesine, Osmanlı’dan sonrasına, doğumlarından yıkılışlarına kadar kaç imparatorluğun tanığıdırlar. Yıkılmayan tek imparatorluğudurlar hatta İstanbul’un.
Edip Cansever, o çok sevdiğimiz şiirlerinden birinde boşuna şöyle dememiştir sanırım.
“nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum
sevginin çoğul oğlu
senin ülkende yalnız bütün özlemler
bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
orda uçsuz bucaksız
olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu”
Erguvanları bir imparatorluğa yakıştıracak kadar görkemli bulmasa, ebedî istirahatgâhı için küçük bir erguvan imparatorluğu olan Aşiyan Mezarlığı’nı mesken tutmazdı sanırım kendisine. Sadece o değil, erguvanın büyüsüne kapılıp şiirlerini onunla süsleyen birçok büyük şair de aynı imparatorluğu paylaşmaktadırlar kendisiyle. Aynı erguvan imparatorluğunun ebedî ve edebî şövalyeleridirler hepsi.
Edip Cansever’in yakın dostu Turgut Uyar da Söylenir adlı şiirinden kopardığı bir tutam erguvanla birlikte oradadır.
“her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa, öyle
belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle
gidip geldim caddelerde
Fatih nerdeydi, Samatya nerde
nerden gidilirdi Üsküdar’a
düşünüp durdum günlerce”
Edip Cansever’den önce gitmiştir üstelik Turgut Uyar. Ve kim bilir yer bile ayırtmıştır kendisinden bir yıl sonra gelecek olan dostuna.
Onlar gibi yaşarken iki yakın dost, hatta komşu olan Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar da Aşiyanda’dır.
Şiirleriyle birlikte bütün eserlerinde imgeci bir anlatım geliştirmiş olan Tanpınar’ın en çok anlam yüklediği nesnelerdir çiçekler ve ağaçlar. Bunlar aracılığıyla; hayatın devam ettiğini müjdeleyip insanoğlunu ölümcül düşüncelerden uzak tutmaya çalışır. Beş Şehir adlı eserinde erguvanı da unutmamıştır.
“Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa o da erguvandır,”deyip gerisini şöyle getirmiştir: “O, şehirlerimizin ufkunda her bahar, bir Diyanizos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar.”
Yahya Kemal Beyatlı ise Bahçelerden Uzak adlı şiirini belki de içinde geçen çiçek çokluğundan dolayı Tanpınar’a ithaf etmiştir.
“istemem artık ışık, râyiha, renk âlemini
koklamam yosma karanfille güzel yâsemini
beni bir lâhza müsâid bulamaz ıdlâle
ne beyaz bâkire zambak ne âteşten lâle
beklemem fecrini leylâklar açan nîsânın
özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvânın
her sabâh başka bahâr olsa da ben uslandım
uğramam bahçelerin semtine gülden yandım”
Erguvanın estetiği ve zerafetiyle etkilemediği şair yok gibidir. Aşiyan’daki mezarını, Beykoz’a bağlı Yalıköy’de dünyaya geldiği için Beykoz Belediyesi’nin yaptırdığı, doğum günü erguvanların çiçeklenmeye başladığı nisan ayının on üçü olan Bir Garip Orhan Veli de Ave Maria adlı şiirinde hafifçe dokunmadan edememiştir ona.
“ve gemisinde Kleopatra
neden yine kaynaştı havalar
saadet mi getiriyor rüzgâr
dolarak erguvan atlaslara”
Kız kardeşi Çolpan İlhan’ın:
“Her gün, ertesi gün önemli bir imtihanı varmış gibi çalışır,” dediği, hayatı basite aldıklarını düşündüğü Garipçiler ve İkinci Yeniciler’in yazdıklarını şiirin ruhuna ve estetiğine uygun bulmadığı için “Mavi Hareketi”ni başlatan Attila İlhan da Aşiyan’dadır. Hareketinin mavisini estetiğin esinleyicisi olan, -rengi hem maviye hem pembeye çalan- erguvandan almadığını kim iddia edebilir ki?
“büyük bir rüzgâr dinledik dünya bahçesinde
erguvanî çiçekler açmıştı erguvanlar
tebessümler vardı toprağın yeşermesinde
ve gökler de çiçeklenmişti erguvanlar gibi
biz insan selamları duyduk havada kanat kanat
yola çıkmış yedi iklim dört bucaktan turnalar gibi
toprak nefes nefese ve yıldızlar çırılçıplak
serviler üşüyüp ürperdiler bu akşam
mesut olmak dedik çocuklar gibi mesut olmak”
Büyük bir şair olup sonsuzluğa Aşiyan’daki erguvan imparatorluğundan uzanmayı ben de çok isterdim elbette. Ama benim gücümün yettiği şey; bir gezgin gibi iki yaka arasında gezinerek geçen şu ömrümde, yaşadığım her semtte illaki bir erguvan ağacı edinmek oluyor kendime. Nisan başından beri çiçeklenmesini sabırsızlıkla beklediğim bir erguvanım var yine. Yazdığım şu erguvanî yazının son düzeltmesini yapmadan önce gittim baktım hatta çiçeklenmiş mi diye. Ufaktan ufaktan başlamış çiçeklenmeye.
Jülide Ergüder, “Erguvanı Uğurlarken” adlı kitabında “Herkesin bir erguvanı olmalı,” der ya hani. Vakti geldi, geçmeden kesinlikle olmalı. Çiçek açtıklarında bahar güzeli, çiçek döktüklerinde güz güzeli oluyorlar çünkü.
(*Necati Cumalı, Güneş Özlemi)
Hülya Bilge GÜLTEKİN
Hülya Bilge GÜLTEKİN/kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 15 Nisan 2021