ÖZGÜNLÜĞÜN DİJİTAL FIRÇA DARBELERİ; ÇEVRİMİÇİ DÜNYADA KİMLİK ARAYIŞI
“Çevrimiçi yaşamlarımızı titizlikle düzenlerken, gerçek benliğimizi yansıtmak için mi çabalıyoruz, yoksa yalnızca başkaları için mi yaşıyoruz ?”
Kendinizi bir sanat galerisinde gezinirken hayal edin; gözleriniz bir duvarda asılı büyüleyici bir tabloya takılıyor. Yaklaştıkça, tablodaki görüntü size kendi yansımanız gibi geliyor, ancak resimdeki tam olarak da siz değilsiniz. Sanatçı sizin özünüzü, ruhunuzu yakalamış sanki, ancak bir sürprizle karşıya karşıyasınız. Çünkü baktığınız portre, sizi olduğunuz gibi değil, görünmek istediğiniz gibi tasvir ediyor.
Merak içinde, sanatçının niyetini düşünüyorsunuz. İdealize ettiği portrenizle en gizli arzularınız mı resimde yansıttığı, yoksa bilinmeyen bir izleyiciyi tatmin etmek için yarattığı bir illüzyon mu?
Bu tefekkür anı, bugünkü yazımın konusu olan çağımızın derin bir felsefi bulmacasını da özetliyor: titizlikle düzenlenmiş sosyal medya profillerindeki yapaylıkta özgünlük arayışı…
Varoluşçuluk ve Otantik Yaşam
Sosyal medyada kendimizi sunma sanatında, hepimiz birer sanatçıya dönüşürüz. Her gönderi, her hikaye, her filtrelenmiş görüntü dijital kişiliklerimizin tuvalindeki bir dijital fırça darbesidir. Ancak bu sanal maskelerin altında, Jean-Paul Sartre gibi bir varoluşçu filozofa göre temel bir ikilemle karşı karşıyayızdır. Çevrimiçi yaşamlarımızı titizlikle düzenleyip küratörlüğünü yaptığımız sanal sergiler haline getirirken, gerçek benliğimizi yansıtmak için mi çabalıyoruz, yoksa yalnızca başkaları için mi yaşıyoruz? Varlığımızı başkalarının beklenti ve arzularını karşılayacak şekilde mi uyarlıyoruz?
Bu soruların cevabını kendimize dürüstçe verebilmek için Sartre’ın “pour soi”, “en soi” ve “Bakış” kavramlarını hayali bir senaryo üzerinden daha yakından tanıyalım:
“Bakış” Altında Pour-Soi’dan En-Soi’ya Yolcululuk.
Bu satırları okurken ekranın karşısında olduğunuzu unutun ve bir partide olduğunuzu hayal edin. Arka planda en sevdiğiniz müzik çalıyor, harika vakit geçiriyor, kendiniz gibi hissediyorsunuz. Dans ediyor, gülüyor ve hiçbir çekingenlik hissetmeden tamamen kendiniz gibi davranıyorsunuz. İşte Sartre’ın “pour-soi” (kendisi için) dediği budur; spontanlık ve özgürlükle dolu dinamik ve otantik benliğimizdir. Bu an içindeyken, başkalarının sizi nasıl gördüğü hakkında fazla düşünmezsiniz, sadece anın tadını çıkarırsınız.
Şimdi sizi “Bakış”la tanıştıralım. Partide dans ederken birinin size bakışını aniden yakaladığınız bir anı gözlerinizin önüne getirin. O an bir yabancının dikkatinin nesnesi olduğunuzun farkına varırsınız. Yabancı bakışın sizi nasıl gördüğünü merak etmeye başlarsınız: “Berbat mı dans ediyorum?” diye endişelenebilirsiniz. Hatta beceriksiz dans figürlerinizden utanıp bir anda kıpkırmızı kesilebilirsiniz. “Bakış”ı fark ettiğiniz o an; Sartre’ın tabiriyle “en soi” (kendinde) durumuna geçersiniz. Artık, kendinizi size bakan kişinin gözünden gördüğünüz bir nesnesinizdir. Bu esnada geçici olarak özgürlüğünüzün ve özerkliğinizin bir kısmını kaybedersiniz, çünkü “Bakış” altında kimliğiniz kısmen başkalarının bakış açısıyla tanımlanır ve düzenlenir hale gelmiştir. Yukarıdaki senaryoda dansınızın gözlemlenmesinden utanıp figürlerinizi daha estetik kılmaya çabalayabilir veya dansınızı kıpkırmızı bir suratla sonlandırabilirsiniz.
Gerçek Benliğimizden İnternet Sahnesine
Sosyal medyadaki profillerimizi de parti konsepti içinde düşünelim. Tıpkı partide bakışlara maruz kalmadığımız anlarda keyfimizce dans edip eğlendiğimiz gibi medya hesaplarımızda da resimler yayınlar, anlar paylaşır ve düşüncelerimizi çevrimiçi ifade ederiz. Ancak bunları yaptığımızda başkalarının “Bakış”ını davet etmiş oluruz. Artık sadece partide dans ederken bakışını fark ettiğimiz kişinin değil, çevrimiçi varlığımızı takip eden arkadaşlarımızın ve hatta bazen yabancılardan oluşan izleyicilerimizin de bakışlarının boyunduruğu altındayızdır. En gurur verici anlarımızı paylaşmaktan geri duramaz, en güzel fotoğraflarımızı profil resmimiz yaparken esprili durum güncellemeleri hazırlar ve resimlerimiz gibi düşüncelerimizi de dijital topluluğumuzun hakim duygularıyla uyumlu olmalarını sağlamak için filtreleriz. Bunu yaparken, Sartre gibi varoluşçuların kutladığı ham, filtrelenmemiş özgünlüğümüzü yani ‘pour soi’mızı yazık ki sıklıkla feda ederiz.
Kendimizi sosyal medyada sunduğumuzda, profillerimizin cilalı cephesinin ardında gizli kalan düşünce, duygu ve eylemlerimizin en-soi versiyonunu yaratmış oluruz. Başka bir deyişle; benzersiz, çok yönlü benliklerimizi pour-soi’mızı kamu tüketimi için statik, tek boyutlu bir kişiliğe en soi’yadönüştürürüz.
Dolayısıyla, çevrimiçi yaşamlarımızı titizlikle düzenleyerek küratörlüğünü yaparken kendimize sormalıyız: Gerçek benliğimize sadık mı kalıyoruz? Yoksa başkaları için mi yaşıyoruz? Tıpkı partide bizi izleyen kalabalığı etkilemek için dans figürlerimizi değiştirmek gibi başkalarının beklentilerini ve arzularını karşılamak için kendimizde sürekli ayarlamalar mı yapıyoruz? Buradaki zorluk, kendimize karşı dürüst olmak ile dijital çağda sosyal onay baskısı arasında bir denge bulmakta yatar.
Dijital Çağın Kimlik Labirentinde Parçalanmış Benlikler:
Pour soi ve en soi arasındaki sürekli gerilimi daha derinden kavramak için biraz da edebiyata dönelim ve felsefeci Oruç
Auroba’nın şu anlamlı dizelerine bir göz atalım:
“Tek bir anlamlı bütün – bir kişi – olarak, tek bir yerde duramayız bir türlü – çeşitli parçalara bölünmüş, bazen dağınık, bazen toparlanarak, ama hep yeniden dağılarak, birkaç koldan ilerlemeye çalışırız.
Tek bir yön tutturamamış olmanın acısını çekeriz hep, ama, aslında, o `tek` yön, olsaydı – bulunsa, bulunabilseydi – sonumuz olurdu.”
(Oruç Aruoba, Yürüme, Metis Yayınları, İstanbul 1996 s. 37)
Auroba bu satırlarında; sürekli hareket halinde olan ve tek bir yöne özlem duyan parçalanmış bir benlik olarak insanlık durumunun canlı bir portresini çizer. Çevrimiçi varlıklarımızı gözler önüne getirdiğimizde; bu portreyi doğrular nitelikte gezginden gurme şefe, fitness gurusundan entelektüel uzmana, hayırlı evlattan gururlu ebeveyne çeşitli parçalara bölünmüş; aynı anda birkaç yönde ilerlemeye çalışan benlikler labirentinin dolambacında buluruz kendimizi.
Çoklu Kimliklerin Özgün Dansı
Parçalanmış kimliklerimizin dolambaçlı labirentinden özgünlüğe tek çıkış yolu, bölünmüş benliklerimizi uzlaştırmaktır. Mesele çok yönlü doğamızı silmek ya da farklılıklarımızı bastırmak değil, onları otantik benliğimizin ayrılmaz parçaları olarak kucaklamaktır.
Sosyal medyanın genellikle çoğunluğun arzularını yansıtan bir ayna görevi gördüğü bir dünyada, gerçek sanat kendimize ayna olmakta yatar. Dijital çağda otantik bir şekilde yaşamak, kimliklerimizin çokluğunu kucaklamak, pour-soi ve en-soi arasındaki gerilimle yüzleşmek ve sürekli bir kendini keşfetme yolculuğuna çıkmak anlamına gelir.
“Olmadığım şeyim ve olduğum şey değilim.”
Satırlarımızı sonlandırırken Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’te sabit, değişmez bir insan doğası veya özü olduğu fikrine meydan okuyan paradoksal formülünü anlattıklarımız ışığında
hatırlayalım: “Olmadığım şeyim ve olduğum şey değilim.”
Olmadığımız şeyizdir, çünkü her zaman oluş sürecindeyizdir. Ve olduğumuz şey değilizdir, çünkü özümüz önceden belirlenmiş veya sabit bir şey değildir, seçimlerimizden ortaya çıkar.
Kimliğimiz seçimlerimiz ve eylemlerimiz aracılığıyla sürekli olarak kendimizi tanımladığımız dinamik bir süreçtir. Bu formül, Sartre’ın insan özgürlüğüne ve kendi hayatlarımızı ve kimliklerimizi şekillendirme sorumluluğumuza dair olan varoluşçu inancının da altını çizer.
Dijital dünyada sorumluluk profillerimizde taktığımız maskelerin bilincinde olmak, sanal kişiliklerimiz ile otantik benliklerimiz arasındaki uyumsuzluğun farkına varmak ve gerçek değerlerimizle uyumlu seçimler yapmakla ilgilidir.
Sonuç olarak özgünlük arayışını benimseyerek kendi içimizdeki birliği bulabilir ve küratörünün bizzat kendimiz olduğu bir dünyada otantik bir şekilde yaşamanın sanatını keşfedebiliriz.
Tıpkı sanat galerisindeki büyüleyici tablonun dikkatinizi çekmesi gibi, dijital fırça darbeleri arasındaki otantik benliğiniz belki bir gün tüm dünyayı büyüleyebilir.
Derya ULUSOY/Felsefeci