BOĞAZİÇİ’Nİ TANIMLAMAK “MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEKLE” ÖZDEŞTİR” (6. BÖLÜM)
BOĞAZ VAPURLARI EN SAMİMÎ DOSTLARIMDI (1)
Bu yazımın başlığını okuyanlar, metnin tümünü okumayı bitirmeden, büyük bir olasılıkla yazarın, yani benim, aklımdan bir zorum olduğunu düşünebilirler. Öykümün başlığını okuyanların şunları dediklerini duyar gibiyim:
“Adamcağızın ruhsal sorunu olmalı! İnsan cansız varlıklarla, hele o koca gemilerle nasıl dost olabilir ki? Hele bir de vapurlara ‘en samimî dostlarımdı’ dediğine göre, aklını peynir ekmekle yemiş olmalı bu zavallı!.”
Oysa aşağıda anlatacaklarımı okuyanlar, Boğaziçi’nin maviliklerinden geçen o zaman tüneline benimle birlikte girip vapurların gizemine öykü boyunca küçük bir çocuğun gözünden yakından tanıklık edecekler, sonunda, büyük bir olasılıkla, bana hak vereceklerdir diye düşünüyorum…
Önceleri Şirketi Hayriye’nin, ardından Denizcilik Bankası Şehir Hatları İşletmesi’nin gemileri olarak, Boğaz’ın her iki yakasındaki tarihî semtlerin nostaljik iskeleleri arasında mekik dokuyan bu vapurlar gerçekten çok yararlı hizmetler gördüler. Uzun yıllar boyunca İstanbulluların, Boğaz sakinlerinin her türlü insan ve eşya taşımacılık işlerini gördüler, çeşitli gereksinimlerine hızır gibi yetiştiler. Nasıl mı? İzninizle, o geçmiş zamanda sabahın ilk saatlerinde başlayan bu çok hareketli ve renkli etkinlikleri gözlerinizin önüne getirmeye çalışayım…
Her sabah, daha gün ışırken, güneş ufukta yükselmeden, Boğaz iskelelerine uğrayan vapurlara, o iskelelerin üzerine getirilerek dizilmiş bulunan, örneğin Kavaklar, Sarıyer, Beykoz ve Yeniköy’deki dalyanlardan ve balıkçı kayıklarından, sandıklar, çevalyeler, sepetler dolusu balıklar, istakozlar, çeşit çeşit deniz ürünleri yüklenirdi. Yeni avlanmış balıklar ve deniz ürünleri o zamanlarda Karaköy-Perşembe Pazarı sahilindeki Balıkhane’ye vapurlarla sevk ediliyorlardı.
Balıkların yanısıra bostan ürünlerinin, çeşit çeşit sebze ve meyvelerin de yüklenmesinin ardından Boğaz’ın her iskelesinden Köprü’ye, yani Eminönü-Sirkeci yahut da Karaköy-Tophane’deki işlerine giden emekçiler, memurlar, iş sahipleri ve esnaf, hep birlikte, yan yana binerlerdi bu emektar vapurlara…
Düşünün, gözünüzün önüne getirin bir kere: Denizden yeni çıkmış balıklar ve midye, istakoz gibi su ürünlerinin; tarlalardan ve ağaçlardan yeni toplanmış sebze ve meyvelerin yan yana dizilerek yüklendiği sabahın o ilk vapurlarına aynı anda her kesimden, her meslekten Boğaz halkı da biniyordu…
Ancak, kanımca en görkemli ve şenlikli olan yolculuklar akşam iş dönüş saatlerine rastlayan vapurlarla yapılanlardı. Vapurla akşam eve dönmekte olan babalarını, büyükbabalarını hatta ağabeylerini karşılamak isteyen mahalle sakinleri, sahillere, rıhtımlara, ya da iskelenin çıkış kapısının civarında sıralanırlardı. Vapur kaptanları kendilerine ellerini ve mendillerini sallayan bu insanların selamlarına buharlı düdüklerini çeşitli tonlarda öttürerek, kendilerine özgü bir tarzda sesli cevap verirlerdi…
Geçen asırda, özellikle 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde çalışan Boğaz vapurları her yönleriyle yaşayan birer efsaneydiler. O vapurların çoğu Osmanlı’nın son yıllarında yapılan büyük savaşlarda, Balkan ve Çanakkale Harpleri’nde destanları henüz yazılmamış kahramanlık öyküleri yaşatmışlardı halka…
Kimi vapurların yeni askeri birlikleri cephelere ya da yaralı askerleri İstanbul’a taşırken onları kovalayan düşman gemilerinden atılan torpiller ve bombalarla uğradıkları saldırılar; cephelere silah, mühimmat ve levazım malzemelerini ulaştırırken atlattıkları tehlikeleri bilenlerin sayısı azdı…Vapurların Marmara Denizi’nde pusuda bekleyen İngiliz denizaltılarının saldırıları arasında güvertelerindeki yiğit askerleri cephelere, yaralı gazileri İstanbul’a taşımaları, henüz lâyıkıyla ne romanlara, öykülere ne de filmlere konu olamamışlardır bile!..
Aşağıdaki öyküde, vapurların olgunluk çağları sayılabilecek 1940-1970 arasındaki yıllarda onları izleyen, onlarla yaptığı nice yolculuklarında renkli anılar yaşayan bir “Boğaz Çocuğu”nun gözünden, ruhuna yansıyan izdüşümleri aktarılmaktadır…
Yitirdiğimiz bu eski vefakâr ve cefakâr dostlarımızı daima derin bir özlemle anan, onlara sevdâlanmış, vapursever Boğaz Çocukları, bu efsanevî gemilerin her birinin azîz hâtırasının önünde saygıyla eğileceklerdir. Fakat önce o vapurların İstanbul’a gelmelerinden sonraki tarihî geçmişleri hakkında bilgi edinmeleri gerekiyor…
1940’ların İstanbul’undayız…
Tipik bir Boğaz Çocuğu olarak yetişmekte olan küçük Memo üç yaşına yeni basmıştır. Güneşin gülümsediği, ılık ve iyot kokulu bir Haziran günü öğleden sonra, Yeniköy İskelesi yakınındaki İkiz Yalı’nın rıhtımında akşam çayı saatinde ilginç bir olay yaşanır. Yalıda yaşayan ailenin torunu Memo iskeleye doğru yaklaşan vapuru göstererek incecik sesiyle haykırmaktadır:
”48 Numaralı ‘Dilnişin’ geliyooor!”
Ailenin tüm fertleri şaşkınlıkla Memo’ya doğru bakarlar. Yavrucak heyecanla sağ elinin minik işaret parmağıyla, o esnada Beykoz-Paşabahçe seferinden dönen bir Şehir Hatları vapurunu işaret ediyor. Ancak, vapur henüz Boğaz’ın orta sularında seyretmekte ve henüz ne adı, ne de kaptan köşkündeki numarası okunamıyor. Memo ise ısrarla bağırmaya devam ediyor:
“Bakııın bu Dilnişiiin, 48 Numaralı Dilnişin!”
Aradan on dakika kadar bir zaman geçtikten sonra, vapur Yeniköy İskelesi’nin önüne geliyor, yanaşmak için manevraya başlıyor. Bu şipşirin minyon geminin burnundaki “Dilnişin” yazısı ile kaptan köşkünün üzerindeki borda numarası “48” artık rahatlıkla okunuyor. Rıhtımda oturan aile büyükleri hayretle bir bu vapura bakıyorlar, bir de küçük Memo’ya. Acaba ailenin hangi bireyi çocuğa bu geminin adını önceden söylemiş ve ezberletmişti?
Yalıda yaşayan bu geniş ailede büyükbaba, anneanne, baba, anne, teyze, enişte, büyük dayı, bacı ve büyük anneanne merakla birbirlerine soruyorlar. Ancak, aile efradından hiç kimsenin, Memo’ya ne o gün ne de başka bir günde bu geminin adını ve numarasını öğretmediği ya da öğretmeye çalışmadığı anlaşılıyor. Garip ama gerçek olan, sıradışı bir durum ortaya çıkıyor…
Durumun aydınlanmasından sonra ailenin fertleri arasında ilginç bir tartışma başlatılıyor:
“Daha konuşmayı yeni sökmeye başlayan bu minicik yavru, ‘Dilnişin’ gibi Osmanlıca (dilnişîn: Farsça “gönülde yer eden, hoş, güzel” anlamında bir sözcük) bir gemi adını nasıl olur da öğrenirmiş? Konuşmayı ve yürümeyi erkence beceren bu çocuk bir “aklıevvel” ya dâhi olsa dilinin dönmediği, anlamını bilmediği bir sözcüğü nasıl söyleyebilirmiş? O parmak kadar çocuk sayı saymayı bile öğrenmeden geminin kaptan köşkü numarasını nasıl okuyabilirmiş?”
Çay saati boyunca süren bu tartışmaların ardından ailenin fertleri somut bir karara varamazlar. Komşularının ilkokul çağındaki kızı Mine de o sıralarda kendi rıhtımlarından denize bakmaktadır. Minik Memo’yu çok seven, ona oyunlar öğreten Mine Ablası, komşu evin terasındaki büyüklerin konuşmalarına kulak vermektedir. Mine, tartışmaların en heyecanlı yerinde yandaki terastan seslenir:
”Memo, nereden bildin bu vapurun adını?”
Ufaklık kısa fakat net bir cevap verir:
“Bildim işte!.. Bacasından bildim!”
Verdiği bu kısa fakat kararlı yanıtıyla Memo, sıradan bir Boğaziçi insanından farklı gözlerle o zarif vapurları gözlemlediğini ailesine anlatmak istiyordu âdeta. Oysa sanki vapurlarla Memo’nun arasında özel bir iletişim kanalı açılmıştı. Memo, çocukluk çağına gelirken bu gemilerin herşeyini, en ufak ayrıntılarına varıncaya kadar merak ediyordu. Büyüklerinden habersiz onların tüm ince detaylarını körpe beynine tek tek işliyordu…
O yaz boyunca ve daha sonraki yıllarda, Yeniköy’de komşuları, dostları, ahbapları, alışveriş yaptıkları Rum Ortodoks, Musevi kökenli, çeşitli dilleri konuşan, farklı inançları olan o güzel insanlar, yürekleri insan ve doğa sevgisiyle dolu tüm mahalle halkı arasında Memo’nun bu özel yeteneği, olağanüstü güzellikteki komşuluk ilişkileri çerçevesinde kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Hattâ Köy halkı küçük çocuğa vapurları sormayı bir nevi şakalaşma, takılma vesilesi yaptı…
Köyden birisi Memo’ya sokakta yürürken ya da denizde kayıkla gezerken rastladığında ona hemen sorardı:
“İskeleye yanaşmış şu üç vapurdan en dışarıda olanın, yani iskeleye en son gelenin adı ne Memo?”
“İnbisat 54, Koço Amca. Görmüyor musun sen?”
Bu kısa ve neşeli konuşmaları esnasında, soruyu soran denizci bir “maaşallah” çeker, çocuğun ya yanağından nâzikçe bir makas alır, ya da kıvırcık simsiyah saçlarını hafifçe okşardı. Öyle ya, eskilerin tabiriyle “marifet iltifata tabi” idi. Yani, bir hünerini, becersini kanıtlayana övgü gösterilmeliydi. Yeniköy’ün güleryüzlü, sevecen halkı çocuklara olan ilgi ve sevgisini her fırsatta gösterirdi.
Balıkçı ve kayıkçı tayfası Memo’ya takılmadan İkiz Yalı’nın önünden geçmezdi.
“Bak hele Memo Bey! Açıklarda yarışan şu ‘Büyükdere Doğrusu’ ile Yeniköy’e İstinye’den gelmekte olan vapurların adlarını biliver de sana tuttuğum şu taze balıklardan armağan edeyim!”
“Barba İspiro, Büyükdere Doğrusu’nun adı Rumelihisarı, ötekisi de Kalender 67 !..Bana verecek misin şimdi tuttuğun o liparileri, kolyozları ve de vonozları?”
(Lipari, Boğaziçi’nde o zamanlarda tutulan iri uskumruların Rumca adı idi. Kolyoz da uskumru ailesinden olmakla birlikte farklı bir bir balık türüdür. Vonoz 0ise sürü balıklarının yavru boylarını adlandırmakta kullanılan genel bir tanımlama idi. Örneğin: Uskumru vonozu, palamut vonozu gibi)
Bu iddialı vapur bahislerini (uzaktan gelen bir vapurun adını ve numarasını bilme) her seferinde Memo kazanırdı ve ardından kendisine sevgiyle yaklaşan Yeniköylülerden ödüllerini büyük bir sevinçle alır, onlara teşekkür etmeyi de hiç ihmal etmezdi.
Memo Köyün büyüklerinden gördüğü yakın ilgiden ve çevresinde kazandığı şöhretten elbette hoşnuttu. Yaşı ilerledikçe kendisine sorulan sorulara verdiği yanıtları vapurların başka ince ayrıntılarıyla, donanımlarındaki bir takım hoş farklılıklarıyla süslemeye başlamıştı. Yeniköylüler vapurların ince ayrıntılarını sorduklarında bu muhabbetler şöyle bir minvalde gelişiyordu:
“Nereden bileceksin be oğlum bu vapurun adını taa Kanlıca’dan geçerken?”
“Amca, o vapur Güzelhisar 68’dir kesinlikle…!”
“Hayır be oğlum, o gemi eminim ki Kalender 67’dir. Bak göreceksin buraya gelince…”
Aradan uzun bir süre geçer, gemi karşı sahilden bahisçilerin bulundukları noktaya yaklaşır, yaklaşır. Ve yaklaşan gemide, Memo’nun dediği gibi Güzelhisar adıyla borda numarası olan 68 okunur. Çocuğun yanıtı her defasında çok ilginçtir:
Memo, vapurları bacalarının biçiminden, düdüklerinin konumundan, ya da bacalarının üstündeki boyalı bantların genişlik farklarından, dış tasarımlarındaki birtakım ayrıntılarından, güvertelerindeki farklarından ayırt edebilmiştir. Şöyle ki, Memo’yu biraz zorladıklarında, Kalender’in bacasının önündeki bronz düdüğün Güzelhisar’ınkine oranla biraz daha yukarıda bulunduğunu açıklayıverirdi. Büyükler bu iddialara önce inanmazlar, fakat Memo’yu sevenlerden bazıları küçük arkadaşlarının ileri sürdüğü ayrıntıları araştırmayı kendilerine iş bile edinirlerdi. Ve böylelikle bir vapur sevdalıları, bir vapurseverler halkası oluşmaya başlamıştı Memo’nun çevresinde Yeniköy’de…
Neticede, hem aile efradı hem de Yeniköy’de kendisini tanıyanlar bu çocuğun Boğaz’da çalışan Şehir Hatları Vapurlarına karşı duyduğu derin ilgiyi ve sevgiyi iyice sezerler ve onu anlamaya çalışırlardı. Büyükler belki hissedebilirlerdi bu özel sevgiyi ve ilgiyi. Ama bunun nereden kaynaklandığını, çocuğun büyümesiyle birlikte ruhunda nasıl bir fidan gibi serpildiğini, bir sevda gibi benliğini sardığını kavramaları pek mümkün değildi…
(Devam Edecek)
Mehmet Cemal BEŞKARDEŞ /kentekrani
Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 31 Aralık 2022