Hülyaperest
LEDA ve KUĞU ve THE LOST DAUGHTER
“Onlar erkek! Hepsi birbirine çok benziyor. Ama içlerinden bir tanesi dahi eksik olsa eksik kalırdı Leda’nın hikâyesi.”
Birdenbire bir vuruş: çarpışı o koca kanatların
Çırpınan kızcağızın üstünde, perdeli parmakların
Okşadığı bacaklar, gagası ensesinde,
Kollarında umarsız, öyle göğüs göğüse.
Nasıl itebilir ki o ürkek parmaklarıyla
O tüylü kahramanı gevşeyen bacaklarından?
Nasıl duymaz uzanıp o beyaz çırpınışın üstüne
Yüreğin o garip atışını yattığı yerde?
Belinin ürperişi orada belirliyor
Yıkılmış duvarları, yakılmış kuleleri
Ve ölü Agamemnon’u.
Kaptırıp kendini böyle
Boyun eğdiğine göre havanın gem vurulmaz kanına,
Acaba mal etti mi kendine bilgisiyle gücünü
Aldırışsız gagası onu salıvermeden yere
Sizde de bu tür durumlar olur mu bilmem, ben de sık sık olur. İzlemek için listemdeki filmlerden birini ararken başka bir filme çekiliveririm hemen. O, dağ gibi listeyi bir türlü eritemememin sebebi de budur çoğunlukla. Bu film de onlardan biri. Ve o filmler gibi iyi ki izletti bana kendini. Bu ‘iyi ki’nin o kadar çok sebebi var ki, umarım çok uzatmadan ve çok kişiselleştirmeden sizlerle de paylaşabilirim hepsini.
The Lost Daughter, kendisi de bir oyuncu olan Maggie Gyllenhaal’ın hem ilk yönetmenlik hem de ilk senaristlik çalışması. İtalyan yazar Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlanmış. Maggie Gyllhaal’ın verdiği kesin bilgiye göre, ancak bir kadın tarafından yönetilmesi şartıyla onay alınmış bu uyarlamaya. O incecik çizgiyi geçmemiş olsa da her kadın bıçak sırtı gibi gezinip durmuştur çünkü onun üzerinde canı yanarak.
Maggie Gyllenhaal da kitabı okurken,
“Aman Tanrım, bu kadınlar çok fenaymış!” demiş. Çok geçmeden de kendisiyle yüzleşmeye koyulmuş hemen. “Oh hayır, o kadınlarla gerçekten bir ilişkim var. Ben de öyleyim!” Toplumun kadınlık ve annelik beklentilerinden dolayı, kadınların bir sır gibi kendilerine sakladıkları bu deneyimleri ifşa etmek heyecan verici görünmüş kendisine. Elinde kitap, bu kışkırtıcı duygularla odasında oturmak yerine romanı filme uyarlamaya karar vermiş. İzleyici olarak karşılığını kendisiyle yüzleşme cesareti gösterebilecek olanlarda daha fazla bulacak bir film The Lost Daughter.
Evliliğinde ve anneliğinde mutluluk oyunu oynayan ama alttan alta da huzursuz olan, kadınlığın ve anneliğin bastırılmış yüzlerini ve bunun tehlikeli katmanlarını Olivia Colman ve Dakota Johnson gibi zarifliği ve gerilimi bir arada verebilen başarılı oyuncular üzerinden ustaca aktarıyor.
Maggie Gyllenhaal’ın; Yönetmen Stephen Gyllenhaal ve senarist Naomi Achs’in kızları, oyuncu Jake Gyllenhaal’ın ablası olduğunu öğrenince o kadar da olsun artık dedim kendimi tutamayıp. Bu yazının ilerleyen bölümlerinde mevzubahis edilecek olan modern zaman Zeus’unu oynayan aktör de eşiymiş üstelik. Filmin, prömiyerini yaptığı Venedik Uluslararası Film Festival’nde en iyi senaryo ödülünü almasının da bu sektörel kuşatılmışlıkla mutlaka bir ilgisi vardır diye de düşünmeden edemiyor insan ayrıca.
Filmin henüz ilk sahnelerinde hikâyenin öznesi olan kadınla giysi ve aksesuarlarımız özdeşleşti önce. Film boyunca sık sık kullandığı iri güneş gözlükleri, çapraz askılı kahverengi deri çantası ve yanlardan yırtmaçlı uzun beyaz gömleği bunlardan bir kaçıydı sadece. Hikâye katman katman açıldıkça yaşanmışlıklarım ve onlardan bana miras kalan gölgeler de örtüşmeye başladı. Filmi izledikçe benimkiler bu kadar da değil canım. Benim yaşadıklarım beni bu kadar da bencil ve empati yoksunu yapmadı, deyip dursam da gözümün önünde filmin hikâyesi, arkasında benim hikâyem iki ayrı film şeridi gibi aktı gitti iki saat boyunca.
Karanlık bir sonu işaret ederek başlıyor film. Satır aralarında sık sık vereceğim karanlık detaylara dikkat edin diyor adeta. Hemen ardından da tüm hüzünlü hikâyelerde olduğu gibi karakterimizi mutluluktan uçuruyor. Sol kolunu arabasının ön camından çıkarttırıp dışarı bir kanat gibi açtırıyor. Bir kuş gibi kafasını da uzattırıp gagasıyla meydan okutturuyor rüzgâra. Buna rağmen karakterimizin coşkusu ile uyuşmayan duygusal bir karmaşa yansıyor arada yüzüne. Arada bir de giysi dili fısıldıyor bu ikilemi. Yunan Adaları’na yaz tatiline giden bir kadın neden uzun kollu bir gömlek giyer ki? Kolayını bulsa sağ eliyle direksiyona yapışıp arabasının dışına atacak kendini ama gömleğinin içine sıkışıp kalmış bir hali var. Belki de ben kötü niyetliyimdir. Kıskanmışımdır içten içe. Bir film karakteri de olsa o coşkuyla yaşıyor, ben oturduğum yerden onu izliyorum diye. Hem belli mi olur. Tatil bahanedir belki. Bir yılan gibi sıyrılacaktır o gömleğin içinden ve yeni bir deri ile dönecektir evine.
Otel bakıcısı Layle (Ed Harris) sayesinde öğreniriz Leda Caruso’nun bir profesör olduğunu. Valizleri taşımakta zorlanır çünkü. Yanına bolca kitap ve gömlek alarak tatile çıkmış entelektüel bir kadındır Leda. Belli ki insanlarla çok haşır neşir olmayacaktır. Gündüz denize girip çıktıkça kitap okuyacak, notlar alacak, gece de geç saatlere kadar oturup kendi alanında makalaleler yazacaktır. Her şey planladığı gibi giderse tabii. Sanki gitmeyecek gibi görünmektedir. Önce yatak odasına göz kırparak haykıran deniz fenerinden sezeriz rahatının kaçacağını. Sonra ışıltılarına kapılıp elini uzattığı meyvelerin alt kısımlarındaki kararmalardan. Belli ki hiçbir şey göründüğü gibi parlak ve çekici olmayacaktır
Güneşlenmek için kumsala ilk inişinde bozulmaya başlar Leda’nın ihtiyaç duyduğu sessizlik. Plaj çalışanı Will (Paul Mescal), onu rahat ettirmek adına rahatsız eder önce. Sonra sağ tarafından denize doğru bir insan nehri gibi gürültüyle akan kalabalık bir aile. Çıkardıkları gürültü yetmezmiş gibi ailece bir arada olabilmeleri için Leda’nın şezlongunu biraz öteye çekmelerini isterler üstelik. İsteklerini kabaca belirtmiş olsalar da kötü bir niyetleri yoktur aslında. Ama bu ailenin onda tetiklediği travma her ne ise ondan o kadar ürkmüştür ki Leda, bu isteklerine hiç düşünmeden ya da bir çocuk gibi sadece kendisini düşünerek hayır der. İkna etmeye çalıştıkça aileden birileri inatlaşır onlarla. Gençlerden birinden oldukça okkalı bir küfür bile yer. Ama yine de kıpırdatmaz kılını. Don Johnson ve Melanie Griffith çiftinin kızları olan Dakota Jonhson’ın hayat verdiği Nina’ya takılır sürekli gözleri. Küçük kızının sürekli onunla haşır neşir olduğu genç ve güzel bir annedir Nina. Kızının ikinci bir oyuncak bebeği gibidir. Cansız değildir ama ruhsuz gibidir. Leda ona baktıkça Nina da ona bakar arada. Hiçbir etkileşim karşılıksız değildir. Sözcüklerle olmasa da bakışlarla ilerleyen içgüdüsel bir iletişim başlar aralarında. Küçük kız bir yandan oyuncak bebeği, bir yandan annesiyle dilediği gibi oynadıkça gerilir Leda. Can çekişen genç bir kadını izliyormuş gibi ağlamaklı olur arada. Gözleri ve yüzüyle o kadar gerçekçi oynar ki bu anları, Leda’nın Nina’ya baktıkça tekrar tekrar gördüğü şeyi biz de görmeye başlarız. Nina ise ne yaşadıklarını ne de yaşayacaklarını göremeyecek kadar kuşatılmıştır küçük kızıyla.
Elena’nın bir anda ortadan kaybolması Leda ile aile arasındaki gerginliği hafifletir. Bir zamanlar iki küçük kız annesi olduğundan eliyle koymuş gibi gidip bulur ve annesine teslim eder küçük kızı Leda. Ama yine bencilliği tutar ve Elena’nın elinden düşürmediği oyuncak bebeğini kendine saklar. Sahibi tarafından hayli hırpalanmış olan bu bebek de Nina ve Elena gibi Leda’nın geçmişinden fırlayıp önüne dikilen bir hayalettir çünkü. Bir çocuk gibi temizler onu, onarır, yeni giysiler ve pabuçlar satın alır ona. Hırpalayıcı geçmişinden ona kalan tahribatları bebek üzerinden iyileştirmeye çalışır adeta. Bunu yaparken Elena’nın mutsuzluğunu görmezden gelir. Sürekli bebeğini isteyip ağlamaktadır çünkü küçük kız. Nihayet insafa gelip götürmeye karar verdiğinde ise Nina’yı ona bakıp gördüğü anlardan birini yaşarken bulur. Aynı sebepler aynı sonucu yaratmaktan geri durmamıştır. Leda’nın adına ilham olmakla kalmayıp, Yunan heykeltraş Timotheus’tan Jean-Léon Gérome’a, Leonardo da Vinci’den Michelangelo’ya, hatta William Beatler Yeats gibi büyük bir şaire ilham olan Leda ve Kuğu masalı, o günden bu ana kimbilir kaçıncı güncellemesini yapmaktadır insanlığın bilinçdışında. Nina’ya görünmeden uzaklaşır oradan Leda. Hatta o kadar uzağa gider ki kendi gençliğinde alır soluğu. Bir yandan iki küçük çocuğun bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini karşılamaya çalışırken bir yandan da hırs ve azimle W.H Auden üzerine verilecek olan konferans için bir makale yazdığı günlere. Çocuklarını bakıcıya emanet edip bir kaç günlüğüne şehir dışına çıkar. Konferansta hiç beklemediği bir şey olur. Ünü akademik dünyanın dışına da taşmış olan Profesör Hardy, kürsüdeki konuşması boyunca övgüler yağdırır Leda’nın yazdıklarına. İşin içinde baştan çıkarıcı övgüler olunca uzun sakalı ve delici bakışlarıyla Zeus’u çağrıştırması hiç de zor olmaz Profesör Hardy’nin. Tanrılar tanrısı Zeus’un akademik dünyadaki zarif ve sağduyulu karşılığı gibidir adeta. Leda’nın entelektüel parlaklığı gözlerini kamaştırmıştır.
Erken anneliğin kadınlar üzerinde bıraktığı olumsuzlukları işleyen, kadın karakterlerin ön planda olduğu bu filmde Profesör Hardy’yi oynayan Peter Sarsgaard’ın rolü küçük gibi görünse de Leda ve izleyici üzerinde yarattığı etki açısından oldukça önemli bence. Leda gibi çocuklarının ihtiyaçlarına odaklanıp kendi duygusal ihtiyaçlarını unutmuş bir kadını, deyim yerindeyse tam on ikiden vurmayı başarıyor. Bu sarsıcı etkiyle anneliğinin ezip durduğu, hatta öldürmek üzere olduğu kadınlığını çekip alıyor kendi ayakları altından Leda. Peter Sarsgaard’ın rolüne çok iyi hazırlanmış olduğu verdiği röportajlarda da açıkça görülüyor. Akademik bir duruş ve entelektüel bir etki yaratabilmek için günde 800 sayfaya yakın kitap okumuş olması büyüledi beni adeta. Hikâyesi filmin de çekildiği yer olan Spetses’te geçen John Fowles’ın 700 sayfalık kitabı Büyücü’yü film çekildiği sırada okumuş. Ve 1035 sayfa olan Anna Karenina’yı da. Nabokov’un kitaplarının neredeyse tamamını okumuş ki büyük hayranıymış kendisinin. Nabokov, Jorge Luis Borges ve Kurt Vonnegut gibi entelektüellerin derslerini dinlemiş. Onların okurları karşısında edebiyat hakkında konuşurken takındıkları üslubu ve beden dillerini uzun uzun incelemiş. Küçük bir rol, yönetmen de eşim zaten, beni havada karada idare eder, deyip geçiştirmemiş. Eşi de elinden geldiğince parlatmış bu parlak karakteri.
Filmin diğer erkek karakterlerini de yine filmde erkeklerle ilgili birbirlerine dert yanan kadın karakterlerden birinin ifadesiyle anlatmak istiyorum kısaca.
“Onlar erkek!”
The Lost Daughter gibi, iki saati aşan bir film de “onlar” için yapılsa şu iki sözcük kadar etkili anlatamazdı sanırım onları.
Leda gibi küçük çocuklu genç bir anne iken, yine genç Leda ve genç eşi gibi evimizde, yaşıtlarımız olan aile dostlarımızı ağırlarken, erkeklerin kendi aralarında vicdan üzerine yaptıkları sohbeti uzatıp durduklarını ama bir türlü ortak bir akılda buluşamadıklarını gözlemleyince seslenmiştim onlara doğru.
“Vicdan, insanın kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır.”
Çok genç olup henüz bu hesaplaşmayı yapamadıkları için mi uzatıp durmuşlardı bilmiyorum ama, benim ifademi topluca onaylayıp hemfikir bir halde kapatmışlardı konuyu çok geçmeden.
The Lost Daughter da bir kadının kendi kendisiyle hesaplaşması üzerine kurulmuş bir film. Bir vicdan muhasebesi hikâyesi. “Onlar erkek!” Hepsi birbirine çok benziyor. Ama içlerinden bir tanesi dahi eksik olsa eksik kalırdı Leda’nın hikâyesi.
Yazarı ve yönetmeniyle kadınların kadınlara fazlaca yüklendiği bir film The Lost Daughter. Ama bunu erkekleri de işaret ederek yapıyor. Arada bir dönüp o tarafa da bakmak gerekiyor görebilmek için.
İçerideki ışık ne kadar güçlü de olsa, dışarıdaki karanlığa bakıyorsak sadece kendimizi görürüz siyah birer aynaya dönüşen camlarda.
The Lost Daughter da siyah bir ayna.
Geçmişte kendinizi kayıp ya da karanlıkta hissettiğiniz iç karartıcı dönemleriniz olmuşsa en çok kendinizi göreceksiniz film boyunca, bir parça da belli belirsiz bir siluet belki dışarıya dair…
Ama en çok kendinizi.
(Şiir, Leda ve Kuğu, William Butler Yeats)