Gündelik Hukuk
Kadına Şiddet Değil; Cinayet !
“…Bunların başkaldırı cinayetleri (revolt killing) adı altında yeni bir kavram olduğu görülmektedir.”
Gün geçmiyor ki bir kadın cinayeti ile uyanmayalım; uyandıkça utanmayalım !
Kadına şiddet ülkemizin belki de en çok kanayan yaralarından biri.
Sadece fiziksel değil, psikolojik olarak da bir günde binlerce kadına şiddete maruz kalıyor.
Kadına yönelik şiddet kadının elinden yaşama hakkının, onurunun, güvenliğinin, özgürlüğünün ve bedensel bütünlüğünün, sırf kadın olduğu için alınması durumudur.
Türkiye’de işlenen kadın cinayetleri incelendiğinde bunların küçük bir kısmının namus cinayetleri kapsamına girdiği görülür.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu istatistiklerine dayanılarak; cinayetlerin nedenleri ve faillerine ilişkin veriler incelendiğinde bunların yeniden değerlendirilmesi gerektiği savunulmaktadır.
Türkiye’de son dönemlerde işlenen kadın cinayetlerinin özgün niteliklere sahip olduğu tespitinden hareketle bunları başkaldırı cinayetleri (revolt killing) adı altında yeni bir kavram olduğu görülmektedir.
Türkiye’de kentleşme, işgücüne ve kamusal alana katılım, çoğalan sivil toplum örgütleri ve kadına yönelik yapılan yasal düzenlemeler gibi dinamiklerin sonucunda modernleşmenin de etkisiyle kadının kazandığı yeni statü mevcuttur.
İşlenen kadın cinayetlerinde başlıca sebeplerden birisi olan kadının boşanmak veya ayrılmak istemesi, yaygınlaşan bu bireyselleşmenin bir göstergesi olarak okunabilir.
Artan kadın cinayetlerinin geleneksel kodların dışına çıkmaya çalışan kadın ile bu kodlar içinde şekillenmiş erkek arasındaki çatışmanın şiddetlenmesi neticesinde arttığı savunulmakta.
Bu bağlamda, Türkiye’de işlenen kadın cinayetleri analizlerinin töre ve namus gibi kavramların ötesine taşınması, bunların bireyselleşen kadının dahil olduğu gelenek ile modernlik çelişkisi bağlamında yeniden tanımlanması gerektiği ileri sürülmekte.
Yukarıda yer alan risk faktörlerinin yanısıra ergenlik döneminde kişilerarası ilişkilerin, romantik deneyimlerin ve yakın ilişkilerin doğasına dair beklentilerin ailede öğrenildiği göz önünde bulundurulduğunda, aile içi şiddetin de ailede öğreniliyor olabileceği yaygın bir görüştür.
Çocukluk döneminde anne baba arasındaki şiddete tanık olmak, çocuklara hem kurban hem de fail rollerini öğreterek eş şiddetinin nesilden nesile aktarılmasına sebep olmaktadır.
Straus ve Gelles çocukluk döneminde anne babası arasındaki fiziksel şiddete tanık olanların, gelecekte eşlerine şiddet uygulama olasılıklarının üç kat daha fazla olduğunu belirtmektedir. Diğer bir deyişle, aile içinde şiddeti öğrenen çocuğun, kendi ailesini kurduğunda aynı davranışı sergileme olasılığı daha yüksektir.
2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla imza altına alınan ilk belgedir ve ilk imzalayan ülke Türkiye’dir.
İstanbul Sözleşmesinin en önemli özelliklerinden biri kadına şiddeti bir insan hakkı ihlali ve bir ayrımcılık türü olarak kabul etmesidir.
İstanbul Sözleşmesi; kadına yönelik şiddetin ve ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına yardımcı olmak, kadınların güçlendirilmesi de dahil olmak üzere, kadın-erkek eşitliğini yaygınlaştırmak gibi amaçlar içermektedir. Bu bağlamda ülkemiz tarafından başarılı adımların atıldığı söylenebilir. Lakin ilk adım atıldıktan sonra devamı gelmelidir. Kanun uygulayıcılar tarafından titizlikle bu sözleşmeye uygun kararlar verilmesi zaruridir.
Kanunların uygulanmasından daha da önemlisi önceliyiciliktir.
Psikologlar ve sosyologlar ile birlikte çalışmalar yapılmalı ve halkın daha bilinçli olması yönünde çaba gösterilmelidir.
Önleyici normlar ile caydırıcı normlar bir arada olmadıktan sonra alınan önemlerin sonuçları pek de iç açıcı olmayacaktır.
Filiz BAKIR/Avukat
Sinova Hukuk