Kent Ekranı

Kesinlikle Whatsapp Kullanılmalı!

Kesinlikle Whatsapp Kullanılmalı!
WhatsApp’ın yeni kullanıcı sözleşmesiyle, 8 Şubat tarihi itibarıyla ya kişisel verilerinizi Facebook ile paylaşılmasına rıza gösterecek ya da uygulamayı silmek zorunda kalacaksınız. Yani kişisel verilerinizin pek çok bilinmez yapının eline geçebilme olasılığı ortaya çıkacak.
Ben bu durumda sözleşmenin onaylanarak, kesinlikle WhatsApp’ın kullanılmasına devam edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Neden mi? Anlatayım. Biraz kendimden…
Benim babaannemin bir kaplumbağası vardı. Yani “tospa!”
Edirne’de geniş duvarlı evlerinin ağır tahta kapısından içeri girdiğinizde, ağaçların olduğu geniş bir avluya girilir, oradan da önü kare şeklinde camların yer aldığı camekânlı eve ulaşılırdı. Evi babaannemin babası yapmış. Kırım tipi, korunaklı, vatanlarını kaybedip Edirne’ye geldiklerinde güvenlikli ve özel bir ev… Babaannem elinde marul veya lahana yaprağıyla camekânın önüne çıkar, “Gel kızım, gel kızım,” diye seslenir. Küçük kaplumbağa otların, yaprakların arasından, hışır hışır sesler çıkararak, olabilecek bütün hızıyla babaanneme doğru gelirdi…
Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli tablosunu bilirsiniz. Kaplumbağaları terbiye etmeye çalışan bir derviş… Tablo aslında elinde ney bulunan derviş ile yorgun bir aydını; miskin, yavaş, hareketleri sınırlı kaplumbağalar ile de değişmeyen toplumu, anlamayan kafaları ve bürokrasiyi tasvir eder. Ne zor bir iş değil mi, kaplumbağa terbiye etmek?
Ama Babaannem bir kaplumbağayı terbiye etmişti işte!
Dedemle birlikte İstanbul’a bizim yanımıza taşındılar. Başörtüsünü çenesinden bağlar, evden çıkıp, fırına, Kadınlar Pazarı’na doğru giderdik, Fatih’te. Çok küçüktüm. Bazen tam karşıdan yeni dolunay çıkmış olurdu. “Gördün mü?” diye sorar. “Hadi!” derdi. Beraber söylerdik.
“Ay gördüm Allah, Amentü billâh, ne güzel aylar, elhamdülillah.”
Benim ilk din derslerimdi bu… O din; ayı, yıldızları, dünyayı; kâinatı ve güzellikleri görüp, anlayıp hissetmeden, yaradılış ve Yaradan’ın anlayamaz, hissedemezsin diyordu!
Babaannem Arap alfabesiyle okuyup yazardı, ama hemen Latin alfabesini de öğrenmişti. Onu tercih ederdi.
Üç kere vatanını kaybetmişti. İşgal görmüştü… Yitirilen anavatan Kırım, Birinci Balkan Savaşı’nda düşen Edirne, mütarekede Edirne.
Kocası yani dedem “kuvva” askeri…
Teyzemlerle uzun yıllar görüşmemiştik. Bir gün eniştem elinde bir kasa sardalye balığı ile geliverdi. Annemler ağlaştılar, sarıldılar. Çanakkale Eceabat’ta oturuyorlardı. Artık yazlarımız onların yanında geçecekti.
Bir yaz babaannemi de alıp Eceabat’a gittik. Artık 90’lı yaşlarındaydı. Onu Çanakkale Şehitleri Abidesi’ne götürüyoruz. Yol üzerinde, Alcıtepe Köyü Muhtarı, kendi çabalarıyla tüyleri ürperten, muhteşem bir savaş müzesi oluşturmuştu. (Sonraki yıllarda Abide müzesine devretti.)
Babaannem, bizden ayrılıyor, kahvelere doğru giriyor içerilere bakıyor. Aklı fikri kahvelerde…
“Ne yapıyorsun babaanne?” dedim.
Artık feri sönmüş gözleri, birden bire parladı. “Belki Şevki buradadır! Ona bakıyorum!” dedi.
Babaannem, 90’lı yaşlarında, 60 küsur yıl önce 18 yaşındayken 1915’ta Çanakkale’ye giden ve geri dönmeyen kardeşini arıyordu!
Babaannem başını örterdi, namaz kılardı. Cumhuriyet ile bir vatanı, bir yurdu olmuştu. Tebaa iken o vatanda eşit yurttaş olmuştu. Medeni hukuku olmuştu, oy hakkı olmuştu.
Babaannem ömrü boyunca her seçime katıldı ve “Halk Partisi”ne oy verdi.
Babam memurdu. Çocuktum, annem yerli yersiz bize bir hikâye anlatırdı. Temcit pilavı gibi… Babama “hediye” bir elbiselik kumaş vermişler. Rüşvet yani… O hafta bizim eve hırsız girmiş babamın bütün elbiselerini çalmış! Yıllar sonra anneme sordum. “Bunu bize durmadan niye anlatırdın anne?” diye. “Sizi terbiye etmek için… Anlamanız için… Yoksa onun bir aslı astarı yoktu!” dedi. Biz kul hakkı yememeyi böyle öğrendik. Annemizden, vicdanımızda…
Babam 1924 doğumluydu. Amcam ondan altı yaş büyük. İkisi de Cumhuriyet çocuğu. Amcam Galatasaraylı, babam Fenerbahçeliydi.
Amcam polisti. Polis Emeklileri Derneği’nin de kurucularındandı. Galatasaraylı olması, Galatasaray semtinde görev yapmasından kaynaklanmıyordu. Annesi Babası Edirne’de muhasara altındayken Balkan Savaşı’na gönüllü olarak giden ya da Çanakkale’de dayısının yanında savaşan ve geri dönmeyen Mektep-i Sultani öğrencilerini bildiği için Galatasaraylıydı.
Galasararay’dan birincilikle mezun olmuş ve;
“Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
diyen, Mektep-i Sultani’nin edebiyat öğretmeni Tevfik Fikret’i bildiği için Galatasaraylıydı amcam.
Babam, öğrencisi olduğu Maltepe Askeri Lisesi II. Dünya Savaşı yıllarında Konya Akşehir’e taşındığı için, burada sıtmaya yakalanmış ve son sınıfta askeri liseden ayrılmak zorunda kalmıştı. Sonra Vefa Lisesi’ni bitirmişti. Babam, Fenerbahçe’nin İstanbul İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington Kupası’nı Taksim Stadı’nda Zeki Rıza’ın golleriyle kazanıp işgal altındaki İstanbul’a yaşattığı o duyguyu da biliyordu, Fenerbahçe’nin Dereağzı’ndaki binasından teknelerle Anadolu’ya, Kuvva-ı Milliye’ye teknelerle silah sevk ettiğini de…
İnönü’nün, Sakarya’nın kahraman pilotlarını ve Teyyarece Vecihi’yi de tanıyordu. İşte bunun için Fenerbahçeli’ydi. (Beşiktaş’ın kahraman  “arabacıları” da aynı işi yapıyor. Silah depolarını basıyor Haliç’ten Anadolu’ya silah sevk ediyor, istihbarat ulaştırıyordu. İşte bu yüzden biz Fenerliler, Beşiktaş bizi yenince pek fazla bozulmayız!)
Ben annem ve babamın birlikte gözlerinin dolduğunu, gözlerine tutunamayan o yaşların süzülüp aktığını da gördüm bir kez.
Kimilerinin Kızkulesi önüne demirlemiş Missuri Zırhlısı’nı kıble kabul edip, önünde secde edip namaz kıldığı; İstanbul genelevlerinin ise gemilerdeki denizcilere güzel görünsün diye beyaza boyandığı yıllardı.
O denizcileri Dolmabahçe rıhtımından denize atan, “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü”nü yapan, “Tam Bağımsız Türkiye!” diye bağıran o çocuklar için akıyordu yaşları.
Attila İlhan’ın;
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
dediği çocuklar içindi annemle babamın o gözyaşları.
“Astılar çocukları!” dedi babam. Tarih 6 Mayıs 1972’ydi.
Evet daha bilmeleri gereken çok ama çok şey var. İşte bu yüzden kesinlikle WhatsApp kullanılmalı.
Bizim ekonomik verilerimizden çok fazla yararlanamazlar. (çünkü pek bir paramız yok!) Zaten gayet iyi bilirler ki, içki de sigara da kullanırız ama geçmediğimiz Deli Dumrul köprülerine ödensin diye, 200 lirası vergi olan 235 liralık içkiyi de, 11 lirası vergi olan 15 liralık sigarayı da almayız. Şıra yaparız, şaraba dönüşürse Yaradan’ın işi deyip geçeriz!
Ama bizim ruhumuzu, direncimizi, boyun eğmez duruşumuzu, vicdanımızı, demokrat halimizi öğrenip bundan yararlanabilirler.
İşte o zaman BOP, HOP, TOP, ZAP, ZUP ve benzeri projelerinin bir işe yaramayacağını anlayabilirler.
Arap’ın baharı, onun karnabaharı, bunun lahanası, şunun pırasası gibi festivallerinin fiyasko olacağını öğrenebilirler.
Bu ülkede özgül ağırlığını kaldırmaya güçlerinin yetmeyeceği bir demokrasi ve bağımsızlık geleneği ve inancı olduğunu görebilirler.
Ve bizim asla vazgeçmeyeceğimizi idrak edebilirler.
Yavaş yavaş, babaannemin “tospası” misali…
İşte bu yüzden whatsApp kullanılmalı!

 

Giray KARANLIK/Gazeteci

GirayKARANLIK/kentekrani

Youtube Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 11 OIcak 2021

Yazarın Tüm Yazıları
Exit mobile version