Kent Ekranı

Hüma SEVİM ‘HER ŞEYİN BAŞI SU DEĞİL, CEHALET!’

Hüma SEVİM

HER ŞEYİN BAŞI SU DEĞİL, CEHALET!

Bir yere ait olmak fikri size ne düşündürüyor? Hangi durumlarda kendimizi bir ülkeye ya da topluma ait hissederiz?

Sadece doğmuş olmak yeterli olamaz. En azından aklımız suya erene dek havasını solumalı; orası her neresiyse insanının renk yelpazesini bilmeli, en önemlisi de ortak bir kültüre ve bir takım değerlere sahip olmalıyız.

Şimdilerde tek tek yaşıyoruz; kendimizi bütünden koparmış olduğumuzdan aidiyet duygumuz eriyip gidiyor. Yazar Hakan Günday bir kitabında “Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım, her yere aitmiş gibi davranırlar” diyor.

Sanırım bunu yapıyoruz. Her yere aitmiş gibi davranıyoruz fakat bu durumda hiçbir yere tam anlamıyla ait olamıyoruz.  Yaşantımıza bizim isteğimiz dışında bir şeyler dahil oluyor, ilk anda kabullenemeyeceğimizi düşündüğümüz bu şeyleri normalleştirip bir süre sonra olmazsa olmazımız yapabiliyoruz.

                                                                     

Bu kayboluş içinde bir takım değerlerden giderek uzaklaştığımızı bile hissetmiyoruz. Asıl sahip çıkmamız gereken şeyleri önemsemiyoruz, aslında bizi biz yapan bir takım şeyler giderek uzaklaşıyor, bilinçsizce arkasından el sallıyoruz.

Coğrafya kaderdir, diyeceğim şimdi ama “öyle de neden kaderimizin kaptanı olamıyoruz?”

Asıl düşünülmesi gereken bu galiba. Çünkü ait olduğumuz bu topraklar daha önce de hali hazırda da bize bir şeyleri yaşattı ve yaşatıyor. Bu durum o kadar hissettirmeden değiştiriyor ki toplumumuzu ruhumuz bile duymuyor. Etkisizleştirmeye, yok edilmeye yönelik planlar dahilinde değerlerimiz bir kenara itilip ilk önce çıplak ve savunmasız bırakılıyoruz.  Bu durumda ben bu ülkeye ve bu değerlere aitim bana bunu yaptıramazsın kardeşim, deme yetimiz elimizden alınmış oluyor.

İnternet çıktı mertlik bozuldu !

Zira sadece bilgiye ulaşım için dahi kullanılsa bile yine de kirlilik diz boyu. Yalnızlaştırılıyoruz, ötekileştiriliyoruz; ileri gideceğim, soysuzlaştırılıyoruz. Çok mu sert oldu?

Üzgünüm…

İnterneti bir kenara bırakalım; bu tüm dünyanın lüksü veya belası; bunun kararı kişiye ait.

               

Peki ya şu TV ekranlarındaki dizilerimize ne demeli?

Bir takım dizilerin hemen hepsi İstanbul’da müthiş güzel bir yalıda hizmetçilerle yaşayan holding sahibi insanları anlatıyor (burası çok önemli; çünkü, adam kahvaltıda bir konudan dolayı sinirlenip ben holdinge gidiyorum diyecek ve hırsla çıkıp gidecek ) Lüks arabalar, lüks lokantalar, marka kıyafetler filan.

Doğu Anadolu’da köydeki çoluk çocuk ve genç de bunu izliyor, şehirde kağıt toplayan da izliyor (belki biraz daha gerçekçi yaklaşabilir olaya ama fark yok) , gecekonduda yaşayan kızımız ben neden böyle yaşamıyorum diyor. Hepimizin bildiği fakat üzerinde durmayı dahi artık unuttuğumuz, değiştirebilir miyiz? diye bile düşünmediğimiz, kabullendiğimiz bir takım şeyler bunlar.

Bir başka dizi türü de tamamen ninni niteliğinde, ev kadınlarını, evde kalmış kızları ve yaşlıları uyutmaya yönelik yani. Yüzlerce bölüm çekiliyor, kıskançlık, entrika, düşmanlık her şey var.  Böylece neler oluyor etrafta diye kafalarını kaldırmıyorlar bile. Sıkılmıyorlar, hipnotize olmuş gibi seyrediyor, seyrediyor, seyrediyorlar.

Tuvalete dahi silahla giden korkunç adamların dizilerini de unutmayalım.

Böylece alttan alttan şu sesler dönüp dolaşıyor insanlarımızın kafalarında; hayat paradan ibaret, paraya sahip olmak için her yol mubah.  Silahla ve zorla kendimi kabul ettirebilir istediklerime sahip olabilirim. Akrabam dahil çevremdekilerin çoğu benim kötülüğümü istiyor, her yer düşman kaynıyor. Entrika candır !

  Şimdi içinde bulunduğumuz toplumu nasıl görüyorsunuz?

Biz kimiz?

Hangi kültüre aitiz ve burada hangi değer yargılarından bahsediyoruz ?

Bu diziler sayesinde sosyal medyada “sanatçıyım” diyen bir yığın yeni yetme boy gösteriyor, gençlerimiz onları hayranlıkla izliyor.  Kısa videolarla hayatlarından kesitleri sergileyen bu kişiler havuzlu evleriyle, yaptıkları tatillerle, aşklarıyla hatta çocuklarını kullanarak her türlü şov yapıyor, kendilerini tatmin ediyor ve biz biriz siz sıfır der gibi uçuşuyorlar ortalıkta.

Durum böyle olunca neye ne kadar sahip çıkabiliriz ki? Kitap okumuyor ve magazin haberlerini hayatın gerçeği kabul edip yaşıyor insanımız.

Kültürel değişim gibi stratejik programlarda birdenbire olmaz hiçbir şey. Yoksa toplum mukavemet gösterir. Kurbağa teorisini hatırlatayım;  kurbağayı kaynayan suya atarsanız zıplar kaçar fakat ılık suya atar ve yavaş yavaş kaynama noktasına gelene kadar ısıtırsanız hiçbir yere gitmez tepki göstermez. İşte toplumumuz şu an ılık sudaki kurbağa ve sonunda yok olup gitmekte olduğunu fark edemiyor.

Biz kendimize sahip çıkamadıktan sonra paramparça olunca kimseyi suçlayamayız. Ülkemizde her şeyin başı su değil cehalet, tek sebep cahil bırakılmış olmak! Lambayı elimle ovup çıkan cinden ülkemiz insanının değerlerine yeniden sahip olmasını ve aydınlanmasını dilemek istiyorum. İyiliğin her zaman kaynaştırıcı olduğunu, sevginin en önemli duygu olduğunu, aramızda “öteki” olmadığını, birlikte mutlu ve güçlü olabileceğimizi yeniden hatırlamamızı dilemek istiyorum.

    

Fakat bu bir masal ve aslında yeterince masal dinleyip uykuya daldık; yeni bir sabaha uyanmanın zamanı geldi de geçiyor.

Şimdi dönüp bakıyorum… Ben buraya mı aitim? Ya siz? Mutlu musunuz peki?  Cevabı merak etmiyorum…

Sadece üzgünüm.

Hüma SEVİM

humasevim02@gmail.com

HümaSEVİM/kentekrani

Abone Olmak İçin Tıklayınız

Yazarın Tüm Yazıları

www.kentekrani.com 05 Ekim 2020

Exit mobile version