İzzet Umut ÇELİK ‘İstanbul’da başkaldırı anlatıları: Patrona Halil ve Beyazıt Meydanı’

0

İzzet Umut ÇELİK/Akademisyen

İstanbul’da başkaldırı anlatıları: Patrona Halil ve Beyazıt Meydanı

“İsyan, ezeli ve ebedi bir insanlık ahvalidir.”

Hep iktidar olmaya, çekici olmaya, kazanmaya zorlanmış bir kentte; daima galip gelenin tarihinin yazılmaya çalışıldığı, kaybedenlerinin ise lanetlendiği bu şehirde, mağlup olanın sesine kulak verelim. 

İstanbul’da 1730 yılında III. Ahmed’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan bir ayaklanma yaşanır.1730 ihtilali olarak da adlandırılan bu başkaldırının öncesi, sonrası ve yaşandığı ana dair hem çok hem de az şey söylendiğini belirtmekte fayda var. Öncelikle, resmi tarihin anlatısında mevzu, “fazla söze ne gerek var” kabulü üzerinden değerlendiriliyor ve olay birkaç baldırı çıplak ile şarlatan ulemaya ihale edilerek muktedir devlet imajına halel getirmeden olay yerinden uzaklaşılıyor. 

İhtilal sabahında çıplak ayaklılar : Bayrakdar Alacalı Mustafa,Patrona Halil, Manav Muslu Beşe (Resimleyen:Sabiha Bozcalı)

Pir Layhar’ın Kefeni ,resimleyen Sabiha Bozcalı

Bir diğer bakış açısı ise yerelden beslenen ve bir gelenek oluşturmaya çalışan muhalif tarih cephesinde şekilleniyor. Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin’e yüklediği anlam ve sonunda ortaya çıkan muazzam destan gibi, Kerim Korcan da “Patrona” isimli romanında böyle bir niyete girişiyor. Bu niyet aslında memleketin, toplumsal muhalefet tarihi ve hafızasına bir katkı olarak değerlendirilebilir.

İstanbul söz konusu olduğunda toplumsal muhalefetin en dinamik unsurları olan üniversite öğrencileri ve simgesel mekânı Beyazıt Meydanı, bize tarihte yapacağımız bu gezinti için önemli bir referans veriyor. Aslında meydanı çevreleyen ve ona ismini veren II. Beyazıt külliyesine bağlı birimler bu hafızanın mekanları olarak okunabilir. Meydanın, farklı muhalefet gruplarının -ki bu anlamda gerek sol gerekse sağ düşüncenin- temsiliyet mekânı olduğunu kabul etmek gerekir.

Sözü edilen temsiliyet alanının öyküsünde resmi tarih kabulünün dışına çıkıldığında, dinamik unsurları görmek ve onları zamandan günümüze çekmek olası. Özellikle muhafazakâr dünya görüşünün çok sık kullandığı bu tarihselleştirme enstrümanını alışılmış nota düzeninin tersinde çaldığımızda, çok başka tınılara ulaşmak mümkün oluyor. 

Eski Saray, Beyazıt Külliyesi, Harbiye Nezareti, Kapalı çarşı gibi iktidar sembolleri yerine Patrona Halil, Turgut Cansever’in kırmızı tuğlaları yüzünden “kızıl meydanı” çağrıştırdığı için yasaklanan meydan düzenlemesi ya da 6 Kasım YÖK protestoları bu nota düzeni dışına çıkışın akorlarından bazıları ve onlar kulağımıza farklı sesler fısıldıyor. 

  1. yüzyıl İstanbul’una, Patrona Halil ve tellaklık yaptığı hamama dönersek, kitleleri sokağa çeken koşulların birçok nedene bağlanabildiğini söyleyebiliriz. Yüzyıl boyunca alışılmış toprak düzeninin ve üretim ilişkilerinin sekteye uğraması, gelirin azalması büyük şehirlere göçü arttırıyor ve bunun yanı sıra esnaf loncalarının ağır vergi yükü ve bunların sayıca çoğalması da özellikle İstanbul esnafını rahatsız ediyordu. Taşrada da durum farksızdı. Gerek Anadolu’dan gerekse Rumeli’den pek çok gayri memnun İstanbul’a gelmiş ve ümitsiz bir bekleyiş içine girmişti. Tam da burada bu kurguya başka bir yerden devam edebiliriz ve yine egemen tarih anlatısında karşımıza çıkan birkaç farklı karşılaştırmayı da hatırlatmak isteriz. Bunlardan biri malum Lale devri olarak anılan ve yine bir grup için ihtişam, şatafat ve beraberinde gelenekten uzaklaşma olarak görülen lanetlenesi bir zaman dilimiyken; bir yandan da matbaanın kullanıma başladığı, itfaiye kurumunun kurulduğu daha batılı dönemin ya da sık kullanılan tanımlamayla modernleşme çabalarının başlangıcı. Aslında her ikisi de 1730 ihtilal denemesinin klişe perspektifleri.  Bu konuda henüz söylenmemiş ve söylenmesi gerek çok şey olduğunu söyleyip, kafa karıştırmaya ve soru sormaya devam edelim.

Böylesine büyük bir toplumsal ayaklanmanın birçok figürü yan yana getirdiğini biliyoruz. Patrona ve yoldaşları, farklı sınıfsal, etnik ve kültürel kimliklere sahiplerdi. İsyanın düzenleyicilerinden biri de egemen tarih dilindeki baldırı çıplak tarifinin oldukça dışında kalan, Ayasofya vâizi İspirîzâde Ahmed Efendi’ydi. Yakın zamanda Ayasofya’nın ibadete açılışı ve Cuma hutbesini veren Diyanet İşleri başkanı dışında başka türlü bir vaiz olabilmenin mümkün olup olmadığına dair bir soruyu da gündeme getirebilir. Aslında bu anlamda belki daha sonra başka bir yazıda değerlendirmek gereken, genç oğlan İsmail Maşuki’yi de hatırlamak gerekiyor. Ayrıca yine resmi tarihte İspirizade için yapılan bazı kabuller de yakın zamandaki bazı arşiv çalışmaları ışığında tekrar değerlendirilmeyi beklemektedir. Egemen tarih metinlerinde vaize, çok zenginleşen ve nifak peşinde bir temsiliyet çizilmeye çalışılmıştır ki bu anlamda Reşat Ekrem Koçu ilk akla gelenlerdendir. Son yıllarda İspirizade Ahmet Efendi’nin terekesi yayınlanmıştır ve terekede XVIII. yüzyıl başlarında imparatorluğun en kıdemli camisinde kürsü şeyhi olmanın maddî getirisinin (en azından İbrâhim Paşa’nın yakın çevresindeki bir kısım üst düzey bürokrata kıyasla) çok da yüksek sayılmadığını ya da İspirîzâde’nin bu konumunu servet edinmeye yönelik olarak kullanmadığını söylemek mümkündür.

Ayaklanmanın önderi olarak kabul edilen Patrona lakabıyla tanınan Arnavut asıllı Halil Sultan, Beyazıd Hamamı’nda tellaklık yapıyordu. Lakabı “Patrona” tersanede çalıştığı günlerde görevli olduğu Patrona gemisinden gelmekteydi, fakat asıl varoluşu hamam ve külhanı üzerinden şekillenecekti. Arapça ısıtmak anlamındaki “hammama” kelimesinden türeyen “hamam” ismi tüm yıkanma yapıları için kullanılıyordu ve genellikle camiye yakın konumda inşa ettirilen hamamlar, İslam inancının temizlik eylemini vurgulamanın yanında yapıyı yaptıran hayır sahibinin, başka bir yapısına gelir sağladığı akarların en önemlilerinden biri oluyordu. Külhan, Hamam mimarisinde sıcaklığı sağlayan ateşin yakıldığı aynı zamanda yakıtın depolandığı bölüme ise külhan deniliyordu. Türk hamamlarında külhan genellikle sıcaklık mekanının bitişiğinde yer alan sıcak su deposunun gerisinde inşa edilmiştir. Külhanın hacmi hamamın büyüklüğüne göre değişiyordu ve burada elde edilen sıcak suyun ve ocaktan çıkan ısının tüm zemini ve duvarları dolaşarak hamamın sürekli sıcak kalmasını sağlanıyordu. 

Günümüzde İstanbul Üniversitesi Türk Hamam Kültürü Müzesi olarak kullanılan II.Beyazıt Hamamı 

Günümüzde İstanbul Üniversitesi Türk Hamam Kültürü Müzesi olarak kullanılan II.Beyazıt Hamamı içinden bir görünüş 

Bu mekanizmanın dünyevi ve işlevsel görüntüsünün dışındaki, belki konumuza göre asıl sembolik anlamı ise Afgan bir kalender olan Pir Layhar etrafında şekilleniyordu. Konuyla ilgilenenler Reşat Ekrem Koçu’nun Patrona Halil kitabına bakabilir. Pir Layhar’ın bir gün külhandan muazzam bir horoz olarak uçup gittiğine inanılırdı. Bu anlamda horozun kutsiyeti önemliydi. Külhanların en önemli ritüellerinden biri de Layhar’a atfedilen “Layhar’ın Kefeni” olgusudur. Bu kefen aslında iki başı ve iki kolu olan oldukça bol bir gömlektir. İki genç bu gömleği, birinin sağ diğerinin sol kolu dışarıda kalacak şekilde yapışık ikizler gibi giyer ve nutuk okunur: “Ey Layhar evlatları! Burada senin benim yoktur, herkes kardeştir. Aynı babanın tohumundan ve bir anadan doğmuş olanlar birbirini boğazlarlar; analarını babalarını bilmeyen Layhar’ın evlatları ise birbirlerini tek vücut bilirler.” Külhana katılacak olanlarda aranan şartların başında, anasız-babasız yani kimsesiz olmak geliyordu. Bu şart külhanın sınıfsal yapısının ötesinde; kimsesizlik, sistemin kalelerinden olan “aile” kurumu ile bağlantısızlık anlamına da geliyordu. Layhar’ın kefenini sağlığında giyenler, ölünceye kadar kendisini kardeşinden ayrı görmez. “Başlarınız ikidir, ama vücutlarınız, biri sağa bakarsa öbürü solu gözler.” Külhan mekânı burada birleştirici bir işleve bürünüyor. Bu kadar ritüel ve geleneğin var olduğu bir kültürü, sadece bir avuç baldırı çıplak terminolojisiyle nitelendirmenin ne kadar adil ve gerçekçi olduğunu sormak gerekir.

Bu tablo içinde hamamın bir örgütlenme mekânı olarak kullanıldığı söylemek çok da anlamsız olmaz. Bu öykünün yarattığı imaj, yapının daha sonraki yıllarına da tesir etmiştir. Semavi Eyice, bu hamamı yıktırmak hususunda çok büyük gayret gösterenler tarafından, hamamın “Patrona Hamamı” adlandırmasına çok vurgu yapıldığını ve değersizleştirilmeye çalışıldığını aktarır. 

Çok uzayan yazıyı kısaltmak adına biraz hızlanarak olay gününe doğru odaklanmaya çalışalım. Patrona Halil ve arkadaşları ile hazırlamış ve 12 Rebîülevvel 1143 (25 Eylül 1730) günü Beyazıt Camii önünden, adalet ve eşitlik merkezli bir özlemin haykırışlarıyla harekete geçmişlerdir. Yaklaşık 49 gün süren kalkışmanın neticesi herkesçe malum. Osmanlı bürokrasisinin duruma el koyması Sultan Mahmut’un tahta çıkışını gerçekleştirmiştir. Yeni sultan Patrona ve arkadaşlarını huzuruna davet eder, Kasım’ın 15’inde gerçekleştirilecek olan bu görüşme anlatının da sonunu getirecektir. İsyancılara bir tuzak kurulmuştur, Yeniçeri Ağası Kel Mehmed ve beraberindekiler, Patrona ve arkadaşlarını sarayda katlederler. Kaçabilenler kaçar ve uzun bir kovuşturmaya uğrarlar. Egemen tarih dilinde olay “Geçdi kılıçdan fiteni rüzigar” olarak anılsa da yaşananların birkaç baldırı çıplağın macerası olarak tarif etmek pek tatmin edici durmamaktadır. Keza çok kısa bir zaman sonra yine farklı halklardan binlerce kişi 27 Mart 1731’de Derviş Gonca ve beraberindekiler, Patrona Halil ve arkadaşlarının hesabını sormak adına sokakları işgal etmişler, fakat bu kalkışmada da çıplak ayaklı yalın kılıçlılar mağlup olmuştur.

Tersane Zindanında Patrona Halil ve Korsan Zenane Yusuf Resimleyen Sabiha Bozcalı

Başkaldırının bu topraklardaki öykülerinden birini kısaca özetlemeye çalıştık. Patrona ve arkadaşlarının seslerinin kulaklarımızı her daim çınlatması temennisiyle…

“…bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdırlar. Bu durumda galip gelenle özdeşleşme, her zaman tüm iktidar sahiplerinin işine yaramaktadır. Bu söylenenler, tarihsel maddeci için yeterlidir. Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir.” W.Benjamin

İzzet Umut ÇELİK/Akademisyen

İzzetUmutÇELİK/kentekrani

Abone Olmak İçin Tıklayınız

www.kentekrani.com 19 Ağustos 2020