Mimaride Lanet Kültürü
Baba Hasan Alemi Camisi (1460-1956), Mimar Ayas Mescidi (1475-1957), Voynuk Şücaeddin Camisi (1476-1958), Çakır Ağa Camisi(1479-1956), Karagöz Mescidi (1489-1953), Oruç Gazi Camisi(1491-1956), Camcılar Camisi ve çeşmeleri (1494-1957), Fatma Sultan Camisi (1727-1957), Alaca Mescidi (1600-1957) …
“Beyazıt’tan Aksaray’a ve Aksaray’dan Topkapı’ya uzanan büyük bulvar, yol boyunca; bir kısmını yukarıda sıraladıklarımızı; yani, bütün eski dokuyu yok ederek İstanbul’un tarihi kent dokusunu tahrip etmiştir.”
14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte Demokrat Parti iktidarı kurulur ve 1960’a kadar sürecek Menderes Dönemi başlar. Türkiye’de tek parti iktidarı yerini, yeni bir soluğa bırakmıştır. Bu yeni(!) anlayışın en önem verdiği konuların başında imar faaliyetleri ve yol yapımları gelecektir. Bu anlamda yukarıdaki liste; isimler ve parantez içindeki tarihlerle birlikte bize bir öykü anlatır. Camilerin yanındaki tarihlerin ilki inşa tarihini, ikinci tarih ise yıkım tarihini gösteriyor. Ayrıca bu listenin sadece tamamen yok olan yapılara ait olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu listeye eklenecek daha onlarca yapı bulunduğunu ve kısmen yok olan ya da tahrip olanlar yapılar da eklendiği takdirde bu listenin yüzlerce yapıya karşılık geldiğini belirtmekte fayda var.
Şimdi tekrar yukarıdaki liste üzerinden bir okuma yapmayı deneyelim.Camilerin çoğunun İstanbul’un fethinin hemen akabinde dönemin önemlii simlerinin yaptırdığını belirtmek önemli. Fatih devri bürokrasisininyaptırdığı ve vakfettiği yapılar büyük oranda Menderes dönemi imarfaaliyetlerinden etkilenmiş, Beyazıt’tan Aksaray’a ve Aksaray’danTopkapı’ya uzanan büyük bulvar, yol boyunca bütün eski dokuyu yokederek İstanbul’un tarihi kent dokusu tahrip edilmiştir. Menderes döneminde denizin doldurulması ile kazanılan alanda, Sirkeci’den Florya’ya kadar uzanan sahil yolunun (Kennedy Caddesi) yapılmasıyla da tarihi
deniz surları kara surları haline getirilmiş, önlerine balıkçı barınakları yapılmış; Eminönü-Unkapanı yolu (Ragıp Gümüşpala Caddesi) yapılırken bina aralarında kalan Haliç Surları, tespiti dahi yapılmadan yok edilmiştir.
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’in öncülüğünde başlayan imar hareketleri, tarihi kent dokusunda büyük tahribat yaparak yeni bir İstanbul imgesinin oluşturulmasına sebep olmuştur. Kültürel açıdan bakıldığında, Menderes’in ve onu izleyen politikacılarla yöneticilerin yaptığı, kentin eski imgesi yerine, modern bir Avrupa kenti imgesi yerleştirmekti. Aslında bu girişimler Osmanlı Sultanları’nın 19. yüzyılda Haliç’te yeni fabrikalar yapabilmek için sarayları yıktırması ya da demiryolu ve Sirkeci’ye gar yapmak için Topkapı Sarayı’nın bir bölümünü feda etmeleriyle aynıydı. Buna benzer yaklaşımlar günümüzde de kendini göstermektedir.
Geçen hafta cuma günü Ayasofya’da verilen hutbenin içeriği, vakıf kültürü ve lanet vurgusu, tarihte küçük bir gezinti yapma ihtiyacı doğurdu. İnsanın yerleşik hayata geçişinin ilk izlerinin görüldüğü yaşam alanlarından biri olan Anadolu’da bu anlamda çok fazla örnek bulunmakta. Anadolu kültürü,
binlerce yıl öncesine dayanan ve bu yazıda yapılar ve mimari üzerinden örnekleyeceğimiz lanet ya da bedduaya karşı çok çeşitli korunma yolları geliştirmiş. Günümüzde daha çok eski mahalle dokusunun olduğu yerlerde bu izler görülebiliyor. Evin kapısı üzerine asılan nal, boynuz ya da kaplumbağa kabuğu bereket ile nazar arasında gidip gelen bir anlam
dünyasına sesleniyor.
Laneti ya da bedduayı; affedilemeyene, baş edilemeyene karşı bir öfke olarak tarif edebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca insan ya da topluluklar, yıldıkları, isyan ettikleri, baş edemedikleri vaziyetlerde, durumu ilahi olana havale etmişlerdir. Dünyevi alanın çaresizliği karşısında devreye giren lanet okuma, anlık bir durumdan ya da uzun yılların biriminden kaynaklanabilir. Bir iç rahatlatma olarak da değerlendirebileceğimiz bu durumda büyük bir nefretle söylenen bir son söz kendini var eder.
Bu anlamda tek tanrılı inançlardan önce de görülen bir süreçle karşılaşıyoruz. Çok tanrılı inançların hâkim olduğu zaman dilimlerinde, özellikle mezar yapılarında mezarın açılması ve soyulması ihtimaline karşı caydırıcı olması ümidiyle lanetler ve beddualar yazıldığı bilinmektedir. Fakat yine bilinmektedir ki, bu mezarlar ya da mezar odaları definin sonrasında soyulmuş ya da tahrip edilmiştir.
Diğer bir lanet unsuru ise, yok oluşunun kötülüğü ortaya çıkaracağına inanılan yapı ya da anıtlardır. Bu durumda söz konusu yapının misyonu
işlevinin önüne geçer. İstanbul söz konusu olduğunda, özellikle Sultanahmet Meydanı ya da Hipodrom olarak bildiğimiz bölgede birçok anıttan söz edebiliriz ve bu anlamda gerek şifahi, gerekse yazılı kaynaklarda birçok anlatı yer almaktadır. Bu anıtlar içinde özellikle yılanlı
sütunun özel bir yeri olduğu bilinmektedir. M.Ö. 479’da Pers ordusu karşısında birleşen Yunan şehirlerinin kazandığı zafer anısına yapılmış ve Delfi’deki Apollo mabedine dikilmişti. Eserin İstanbul’a İmparator Konstantin tarafından 324 yılında getirildiği kabul edilir. İstanbul halk inançlarında gerek Bizans, gerekse Osmanlı şehir kültüründe bu anıtın ortadan kalkmasının büyük bir öfkeyi açığa çıkaracağına inanılmıştır ki, bunların başında tüm şehri yılanların istila etmesi olarak anlatılmıştır.
Lanet anlatılarına bir diğer örnek olarak, Yerebatan sarnıcında bulunan ters Medusa başını hatırlatmak ve asıl gündeme devam etmek istiyorum. 24 Temmuz’da tekrar açılışı yapılan, Ayasofya Camiinde okunan Cuma hutbesinde üzerinde durulan lanet vurgusu neye ve kime karşı söylenmişti üzerine birçok görüş şekillendi. Burada vakıf kültürü ve vakıf laneti ya da
bedduası kavramları dile getirildi. Vakıf olgusunun varlık sebebini, bir malın ya da gelirin bir amaca tahsisi olarak tarif edebiliriz. Ortaya çıkışı dinsel temelli olan vakıf kültürü zaman içinde bazı dönüşümler geçirmiştir. Mülkiyetin güvence altında olmadığı bir ortamda özellikle asker-sivil Osmanlı bürokrasisi mallarını vakfetme yolunu seçmiştir. Sultanların kurduğu vakıflar ise genelde kamu hizmeti gören yapılar olarak değerlendirilebilir. Dünya durdukça var olması hedeflenen vakıfların bir diğer alt metni ise, yaptıranın ününü ve adını sonsuza dek yaşatma arzusu olmalıdır. Bu anlamda vakfı korumak adına dua ve bedduaya yer
verilmesi, maddi koruma yanında manevi bir korunmaya ihtiyacın beyanı olarak okunabilir.
Özellikle son yıllarda yeni bir tarih inşa edilmeye çalışıldığına tanıklık ediyoruz. Bu anlatıyı geçen hafta on binlerce insanın katılımıyla tekrar yaşadık. Ayasofya tekrar ibadete açılmasıyla birlikte başlayan süreçte Fatih Sultan Mehmet’in vakfettiği bir eserin nasıl olur da vakıf amacı dışında kullanılabileceği sorusu sürekli gündeme getirildi. Ancak tam da
burada Fatih’in kendi yaptırdığı külliyeyi hatırlatmak istiyorum.
Fatih Sultan Mehmet’in şehrin en stratejik ve sembolik noktasında -ki aslında bu da ayrı bir gündem maddesi- kendi adına inşa ettirdiği ve en güçlü vakfı olan külliyesinin bir parçası olan Tetimme medreseleri de Menderes tahribatından nasibini alarak yıkılmıştır. Akdeniz medreselerinin bu hazırlık kısmı Edirnekapı yönünde uzanan Fevzi Paşa Caddesinin genişletilmesi sırasında bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Kot seviyesi düşürülerek kurulum şeması tahrip olan külliyenin statik sıkıntıları devam etmekte ve bina yol yönünde kaymaya devam etmektedir. Ayrıca külliyenin en önemli birimlerinden biri olan şifahanesi de ortadan kalkmış ve sadece bir sokak ismi olarak yaşamaktadır.
Günümüzde rant hırsıyla birlikte sit alanları imara açılmakta, tarihi yapılar özgün fonksiyonlarına bakılmaksızın yeniden işlevlendirilmekte, “ihya” adı verilen keyfe keder uygulamalarla yeni inşaatlar şehirde boy göstermektedir. Tarihe ve kendi kimliğine saygı göstermenin temel kaidesi kültür varlıklarına mümkün olduğunca adil ve tarafsız olarak bakmaktan geçmelidir, ki bu durum yaşadığımız coğrafyada ne yazık ki bir temenniden öteye gidememektedir.
İzzet Umut ÇELİK/Akademisyen
Yakında Canlı Yayınlara Başlayacak youtube
Kent Ekranı
Kanalımıza Abone Olmanızı Bekliyoruz
Kent Ekranı Youtube Kanalı İçin Tıklayınız
www.kentekrani.com 1 Ağustos 2020